YİRMİNCİ SÖZ
(İki Makamdır)
Birinci Makam
Bir gün şu âyetleri okurken İblis’in ilkaatına karşı Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sûreti şudur:
Dedi ki: “Dersiniz: Kur’an mu’cizedir. Hem nihayetsiz belâgattadır. Hem, umuma her vakitte hidâyettir. Halbuki, şöyle bâzı hâdisat-ı cüz’iyyeyi tarihvârî bir sûrette musırrane tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vâkıa-i cüz’iyyeyi, o kadar mühim tavsifât ile böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de “El-Bakara” tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de “Âdem’e secde” olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir îmandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde:
der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bâzı hâlât-ı tabiiyyesini ehemmiyetle beyân etmekte ne hidâyet var?”
İlham olunan nüktelerin sûreti şudur:
Birinci Nükte: Kur’an-ı Hakîm’de çok hâdisat-ı cüz’iyye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasılki,
Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kabiliyyet-i hilâfet için bir mu’cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hâdise-i cüz’iyyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev-i beşere câmiiyyet-i istidad cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın enva’ına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli mâarifin tâlimidir ki; nev’-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki Semâvat ve Arz ve dağlara karşı Emanet-i kübrâyı haml dâvasında bir rüchâniyyet vermiş ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i ma’nevîsi olduğunu Kur’an ifham ettiği misillü; “Melâikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, Şeytan’ın secde etmemesi” olan hâdise-i cüz’iyye-i gaybiyye, pek geniş bir düstur-u külliyye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. Şöyle ki: Kur’an, şahs-ı Âdem’e Melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve Şeytan’ın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle; nev’-i beşere kâinatın ekser maddî enva’ları ve enva’ın ma’nevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev’-i beşerin hassalarının bütün istifâdelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerîre ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev’-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân, bir tek Âdem’le (A.S.) cüz’î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev’-i beşerle bir mükâleme-i ulviyye ediyor.
İkinci Nükte: Mısır Kıt’ası, kumistan olan Sahra-yı Kebîr’in bir parçası olduğundan Nil-i Mübârek’in feyziyle gayet mahsuldâr bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misâl bir mevki-i mübârekin bulunması, felâhat ve zirâatı ahalisinde pek mergub bir sûrete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraatı kudsiyye ve vasıta-i ziraat olan “Bakar”ı ve “Sevr”i mukaddes, belki Mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakar’a ibâdet etmek derecesinde bir kudsiyyet vermişler. İşte o zamanda benî-İsrail dahi, o kıt’ada neş’et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, “İcl” mes’elesinden anlaşılıyor.
İşte Kur’an-ı Hakîm, Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm’ın Risâletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkuresini kesip öldürdüğünü, bir bakar’ın zebhi ile ifham ediyor.
İşte şu hâdise-i cüz’iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i’câz ile beyân eder.
Buna kıyasen bil ki: Kur’an-ı Hakîm’de bâzı hâdisat-ı tarihiyye sûretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok sûrelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Mûsa’nın yedi cümlelerine misâl olarak Lemaât’ta İ’caz-ı Kur’an Risalesinde o cüz’î cümlelerin herbir cüz’ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyân etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.
Üçüncü Nükte:
Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: “Herkese mâlûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bâzı hâlât-ı tabiiyyesini, en mühim ve büyük mes’eleler sûretinde bahis ve beyânda ne mânâ var, ne münasebet var, ne ihtiyâç var?”
Şu vesveseye karşı feyz-i Kur’andan şöyle bir nükte ilham edildi:
Evet, münasebet var ve ihtiyâç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mânâ ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur’anın îcaz-ı mu’cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş. Evet i’câz-ı Kur’anın bir esası olan îcaz, hem hidâyet-i Kur’anın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur’anın muhatâbları içinde ekseriyeti teşkil eden avâma karşı küllî hakikatları ve derin ve umumî düsturları, me’luf ve cüz’î sûretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avâma karşı, muazzam hakikatların yalnız uçları ve basit bir sûreti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufat-ı İlâhiyye, icmâlen gösterilsin. İşte bu sırra binaendir ki, Kur’an-ı Hakîm şu âyetle diyor: