Terbiye sisteminden örnekler

Dine

Özel Üye
#1
Sponsorlu Bağlantılar
1. Mescidde Bevleden Şahsa Karşı Tutumu

Buharî Müslim şu vak’ayı naklediyorlar: “Bir gün Allah Rasulü mescidde oturuyorlardı. Bir bedevi içeriye girdi; ihtimal Efendimiz’e bir şeyler sorup öğrenecekti. Fakat bu adam gitti ve mescidin bir tarafına idrar etmeye durdu. Oradakiler ÂÓÁÚ††††ÂÓÁÚ ” diye müdahele etmek istediler. (Arapça’da bu ‘dur yapma!’ demektir.) Allah Rasulü “Adamı bırakın ve idrarını kestirmeyin” buyurdu. O bir bedevi idi. Kalkıp onu dövebilirlerdi. Ne var ki bedeviye karşı böyle bir muamele de bedevice olurdu. Allah Rasulü’nün ashabı bedevi değildi. Sonra buyurdular ki: “Gidin bir kova su getirip idrarın üzerine dökünüz; su o pisliği alır götürür orası da temizlenir.”52 Evet bidayette büyük çoğunluğu itibariyle caminin içine bevledecek kadar böyle bedevi ve vahşiydi. İşte bu bedevi insanlardan o ideal cemaati çıkarmıştı. Kimbilir belki de o bedevi Tarık bin Ziyad Şurahbil bin Hasene veya Ukbe’nin babasıydı...

2. Kadına Verdiği Değer

Cahiliye dönemi arkada bırakılmış ve o döneme ait her şey artık ya acı bir teessür ve bir hasretle ya da müstehzi bir edayla anlatılıyordu. Evet o dönem anlatılırken ya dudaklar geriye gidiyor ifadeler tebessüme bürünüyor veya bir iç burkuntusuyla kekeleniyordu. Bir gün yine bâdiyeden gelen bir bedevi mescidde Allah Rasûlü’ne bazı şeyler anlatmıştı. Ve anlattığı şeyler arasında bir de şu vardı: “Ya Rasûlallah! Ben de kız çocuklarımı kendi ellerimle gömmüştüm” demiş ve devam etmişti: Bunlardan birinde kızımın elinden tuttum götürdüm; ki kızım tam da gelişip çarpıcı bir hâl aldığı çağdaydı. Çölde iyice uzaklaşabildiğim kadar uzaklaştım. Sonra da bir yeri kazma ve kürekle kazmaya başladım. Zavallı gafil çocuk hiçbir şeyden haberi yoktu. Benimle beraber o da kendi çukurunu kazıyordu. (Adam bunları anlatırken Allah Rasûlü bir bahar bulutu gibi dolmuş ve gözyaşları boşalmaya başlamıştı.) Kazma işi bitince geriye çekildim. Küçük yavru ne olacağından habersiz çukura bakıyordu. Aniden sırtına bir tekme indirdim. Başaşağı kuyuya giderken “Babacığım babacığım!” diye feryat ediyordu. Allah Rasûlü hıçkıra hıçkıra ağlayınca sahabei kiram adama “Rasûlullah’ı ne diye müteessir ediyorsun” diye itap etmeye başladılar53. Evet işte o zamanki insanların durumu buydu. Kadının hakk-ı hayatı yoktu. Ve Allah Rasûlü böyle bir cemaat içinde zuhur ediyor her şeyi kendi değerine irca ettiği gibi kadına da değerlerüstü değer kazandırıyor. Evet o gün kadın hor görülüyor irdeleniyor yedi kapı kovuluyor baba ona karşı yüzünü ekşitiyor ve yeni doğan kız çocukları babadan saklanıyordu. Vakıa o gün istatistik bilinmiyordu ve öyle bir istatistik de yapılmamıştır. Ama yaşayan kadınlar zannediyorum % 50 babalarına gösterilmeden kaçırılan kadınlardı. Belki sadece Hz. Ebu Bekir gibi fıtraten selim olarak doğan ve temizliğe açık olan ruhlar çocuklarını öldürmemişlerdi. Bunun dışında gençliğinde müslümanlığı idrak edemeyen pek çok kimse mutlaka bir kız çocuğunun katili bulunuyordu. İşte bu cemaat içinde Allah Rasûlü (sav) kızları en yüksek pâyeye ulaştırıyordu.

Bakın Nesaî’nin Âişe Validemiz’den naklettiği hadise: “Huzur-u risalet penahiye bir kız geldi: “Ya Rasûlallah” dedi “Babam beni istemediğim halde amcamın oğluyla evlendirdi.” Allah Rasûlü derhal babasını çağırdı: “Kızını istemediği halde bir başkasıyla evlendirmeye zorlayamazsın” dedi. Adam: “Nasıl emrederseniz ya Rasûlallah” diyerek yaptığından vazgeçti. Zaten sahabinin başka türlü düşünmesi de mümkün değildi. Adam belki de kızını vermekle yeğenini bir sıkıntıdan ve zor bir durumdan kurtarmak istiyordu ancak Allah Rasûlü’nün emri her şeyden üstündü. O Allah Rasûlüne teslimiyet ifade eden sözlerini bitirince kız ayağa kalktı ve şöyle dedi:

“Ya Rasûlallah benim esas maksadım babama muhalefet değildi. Ancak İslâm’da bunun hükmü nedir? Baba kızını birine verme hususunda nereye kadar selâhiyet sahibidir? İşte bunu öğrenmek istemiştim ve buraya da bu niyetle gelmiştim.”54 Dün kuyulara atılan horlanan hakir görülen toprağa gömülen kız kısa bir zaman sonra Peygamberin huzuruna çıkıyor ve rahatlıkla hakkını arayabiliyordu. Acaba evleneceği kişi hakkında babası ona zor kullanabilir miydi? İşte o bunu soruyordu. Birkaç sene evvel böyle bir hâdise olacağı söylenseydi o günün insanları dinlediğine inanamaz ya da söyleyenin aklından zoru olduğunu kabul ederdi. Ama işte bütün bunlar oluyordu.

3. İstiğna İnsanı

İmâm Müslim ve İbn Mâce Avf bin Malik’ten naklediyorlar: Avf b. Malik diyor ki:“ Bir gün Allah Rasûlü’nün huzurunda bulunuyorduk.. ve hepimiz 9-10 kişi kadardık. Bize: ‘Biat edin’ buyurdular. Hepimiz hayret etmiştik. Biz şimdiye kadar birçok defa biat etmiş değil miydik? Ve sorduk: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Hangi şey üzerine biat edelim?’ Cevap verdiler: “Allah’a kulluk edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak beş vakit namazı tastaman kılmak ve insanlardan hiçbir şey istememek üzere biat edin!”

Bu son cümleyi söylerken sesini iyice düşürmüş ve sanki başkalarına duyurmamak için gayret gösteriyordu. Belli ki başkasının duymasını istemiyordu.

İhtimal duyulsaydı bu sahabiler mahcup olabilirlerdi. Allah Rasûlü olabildiğince hassas bir insandı. Arkadaşlarına karşı hiçbir zaman perdeyi yırtmamıştı.

Ve seneler geçiyor; bu insanlardan birçoğu fakir düşüyor. Fakir düşüyor ama istememe mevzuunda öyle ince eleyip sık dokuyorlardı ki atının üzerinde giderken kamçısı yere düşse oradan geçmekte olan birine “şu kamçıyı bana ver” demeyi dahi tese’ül saydıklarından demiyorlardı55. Muhtemel böyle bir söz verdikten sonra bunlardan hiçbiri kimseden bir bardak su bile istememişlerdi.

İmâm Buhârî Sahîh’inde anlatıyor: “Hakim b. Hizam Allah Rasûlü’ne geldi ve birşey istedi. Allah Rasûlü ona istediğini verdi. Ancak Hakîm’in istemesi bitmedi. Aynı anda birkaç kere daha isteğini tekrar etti.. ve Allah Rasûlü de o ne istediyse verdi. Sonra da şöyle buyurdu: ‘Bu dünya tatlıdır şirindir güzeldir yemyeşildir. Çoğunuz bu cezbeye kapılıp gidebilirsiniz. Fakat istemeden size verilirse mübarek olur. İstediğinizden dolayı verilirse size yük olur ve minnet altında kalırsınız. Sakın istemeyiniz!’ Daha sonra bu zat dilenecek durumlara düştü ama ne Hz. Ebu Bekir ne de Hz. Ömer değil sadaka ve zekat ganimetten gelen “hums”tan dahi ona bir şey kabul ettiremediler. “Hayır” diyor ve almamada diretiyordu.”56

4. Cahiliyeden Bir Kesit

O elli bin türlü câhilî âdeti göğüsleye göğüsleye bir zulmet çağını ışık asrı haline getiriyordu.

Bu hususa ışık tutmak üzere Cafer İbni Ebî Talib’in Necaşi karşısında söylediği sözleri nakletmek istiyorum: “Ey Melik biz kan içer leş yer zina eder hırsızlık yapar adam öldürür ve yağmacılıkla iştigal ederdik.. kavi zayıfı ezer ve insanlık adına utandırıcı daha neler neler yapardık...”57 derken Hz. Muhammed’den (sav) evvel insanlığın nasıl üst üste karanlıklar içinde bulunduğuna dikkati çekiyordu. Evet bu toplulukta bir damla suda kıyametler koparılır.. hak bendedir mülâhazasıyla iki cemaat birbirine girer ve birbirini öldürür.. yine bu topluluk içinde zina tecviz edilir.. hırsızlık meziyet sayılır.. ve alkolik olmayan insanların adedi iki elin parmakları sayısınca ya vardır veya yoktur. İşte âdetlerinde böylesine mutaassıb ve alabildiğine vahşi bu cemaat içinde O hem de en kısa zamanda bütün bu rezileleri bu ahlâk-ı seyyieyi onların içlerinden söktü attı ve onların yerine “ahlâk-ı âliye” ve “mezâyâ-yı gâliye” diyebileceğimiz en yüksek insanî meziyetleri en yüksek insanî faziletleri getirip yerleştirdi. Eflatun Cumhuriyeti’nde başka ütopya yazarları da (msl. Thomas Moore) ütopyalarında hep bu toplumu heceliyorlardı. Oysa Hz. Muhammed Mustafa (sav) o fazilet topluluğunu çoktan tahakkuk ettirmişti.

Halbuki vahşi ve vahşetinde mutaassıp hatta vahşetten başka birşey bilmeyen bir cemaatten insanlığa medeniyyet muallimliği yapabilecek bir cemaati çıkarmak apaçık zulmetten güneşler çıkarmak gibi birşeydir. Ve işte Hz. Muhammed (sav) o hârika icraatıyla bunu yapmış ve kendisinin de mucize bir zât olduğunu göstermiştir.

Yıllarca yanımızda kalan bir insana huyunu terk ettiremeyen bizler; âdetleri demlerine damarlarına işlemiş bu insanlardan âdetlerini söküp atan Hz. Muhammed Aleyhisselam karşısında iki büklüm oluyor ve O’nun hak Peygamber olduğuna şahadetimizi bir kere daha yeniliyoruz. Evet vücudumuzun bütün zerreleriyle haykırıyor ve diyoruz ki:“ O Allah’ın Rasûlü’dür!”

Ben hayalimde kurduğum ve ideal bir “terbiye sistemi” diyeceğim bir sistemi -tabii yine O’ndan mülhem ve Medine kaynaklı- bana en yakın bulunanlara; tam ma’nasıyla kabul ettiremedim. “Fazilet” dedim ağzımda dilimde tüy bitti; ama fazîlete uyaramadım. O ne müthiş kuvvet ne müthiş güçtür ki Allah Rasûlü; vahşetten medeniyet denâetten ulviyet ve bedeviyetten mütemeddin insanlar çıkarıyor sonra da onları mütemeddin milletlerin başına muallim yapıyor. Zannediyorum günümüzde şu benim gibi aciz ve evindeki üç beş insana laf anlatamayan insanlar bir hamlede insanlığı tutup yükselten ve ruhunun ilhamlarını onların sinelerine boşaltan Hz. Muhammed Mustafa’nın büyüklüğünü daha iyi anlarlar... Yeter ki peşin fikirlilikte ve inatta takılıp kalmayalım.

O devrinde tâ İran’a Turan’a açıldı. Oysaki İran ayrı bir kültürün tesirinde Turan ayrı bir kültürün tesirinde Türk ayrı bir kültürün tesirinde Romalı da ayrı bir kültürün tesirinde idi. O’nun mesajı bunların hepsinin bünyelerine göre dikilmiş elbise gibi uygun geliyordu. İşte mucize! Evet O’nun umum küre-i arzı elinin içine alıp her yere sözünü geçirmesi büyük bir mucizedir.. ve bu mucize de o Zat’ın Allah tarafından gönderildiğine delalet eder. Yani o Zât Allah’ın elçisidir. Zaten bizim anlatmak istediğimiz de budur.

Bir insan dehasıyla kendi asrını keşfedebilir. Mesela; İskender bir ölçüde kendi asrını idrak etmiş olabilir. Sezar kendi asrını aşabilir.. Napolyon bulunduğu devri kavrayabilir.. ve hakeza.. ancak dünyanın çeşitli yerlerinde daha sonra meydana gelecek ayrı ayrı milletler mozayiğine söz dinletme ve getirdiği mesajın onların ruh haletlerine uygunluğu ve onların bütünüyle bu mesaja “evet” demesi sadece Efendimiz’e has bir keyfiyettir ki bizim için buna mucize demekten başka çare yoktur.. zaten bu muvaffakiyeti izah edecek bir başka kelime de bilemiyorum. Evet Alparslan kendisinden 4-5 asır evvel yaşamış olan Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın getirdiği mesajları kendi ruh haline çok uygun buluyor ve bütün benliği ile O’nun getirdiği sistemi benimsiyordu. Aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen çağ kapayıp çağ açan dünyanın en büyük cihangirlerinden Hz. Fatih de Allah Rasûlü’nün getirdiği mesajları aynen selefleri gibi kabulleniyordu. Ardından gelenler de hassasiyetle aynı çizgiyi korudular. Halbuki bunların hemen hepsi de insanlık çapında dehaya sahip seçkinlerdi. Seçkinlerdi ama Allah Rasûlü’ne teslimiyette kusur etmiyorlardı.

21. asrın eşiğindeyiz; aradan geçen 14 asır yine birşey değiştirmemiş.. ve Allah Rasûlü’nün getirdiği mesajlar günümüzde de aynı tazeliğini koruyarak kalp ruh vicdan ve akıllarımıza yepyeni şeyler fısıldamakta. Zira O bu mesajları kalbimizden geçenleri bilen ruhlarımıza nigehbân olan vicdanlarımıza Kendisini duyuran ve âsarıyla aklımızı
 
Üst