Risale-i Nur Külliyatı (Sözler)

#1
Sponsorlu Bağlantılar



Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyecikler ile birkaç hakikatı nefsimle beraber dinle. Çünki, ben nefsimi herkesten ziyâde nasihâta muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz Âyetten istifâde ettiğim “Sekiz Sözü” biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avâm lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.

* * *
BİRİNCİ SÖZ
Bismillâh, her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcûdâtın lisan-ı haliyle vird-i zebânıdır. “Bismillâh” ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle... Şöyle ki:
 
#2
İKİNCİ SÖZ

Îmanda ne kadar büyük bir saadet ve ni’met ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir vakit iki adam, hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbîn, tali’siz bir tarafa; diğeri Hudâbîn, bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler.
Hodbîn adam, hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki: Her yerde âciz bîçareler, zorba müdhiş adamların ellerinden ve tahrîbatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazîn, elîm bir hâli görür. Bütün memleket, bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi, şu elîm ve muzlim hâleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünki: Herkes ona düşman ve ecnebi görünüyor. Ve ortalıkta dahi, müthiş cenâzeleri ve me’yusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı, azab içinde kalır. Diğeri Hudâbîn, Hüdâperest ve Hakendîş, güzel ahlâklı idi ki: Nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor. Her tarafta bir sürur, bir şehrâyin, bir cezbe ve neş’e içinde zikirhâneler.. herkes ona dost ve akrabâ görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisat-ı umumiyye şenliği görüyor. Hem, tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemi ile müteellim olmasına bedel; şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruru ile mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer. Allah’a şükreder.
 
#3
ÜÇÜNCÜ SÖZ

İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet, ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle...
Bir vakit iki asker, uzak bir şehire gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler; tâ, yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der: “Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan, ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaatı olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi, kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizâmsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zâhirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizâm-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûb edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur..”
O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra şu bahtiyar nefer, sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. Öteki bedbaht nefer ise, askerliği bırakır. Nizâma tâbi olmak istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir. Hem herkese dilenci, hem her şeyden, her hâdiseden titrer bir sûrette gider. Tâ, mahall-i maksûda yetişir. Orada, âsi ve kaçak cezasını görür.
Askerlik nizâmını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf etmeyerek rahat-ı kalb ve vicdan ile gider. Tâ o matlûb şehire yetişir. Orada, vazifesini güzelce yapan bir namuslu askere münâsib bir mükâfat görür.
İşte ey nefs-i serkeş! Bil ki: O iki yolcu, biri; Mutî-i Kanun-u İlâhî, birisi de; âsi ve hevâya tâbi insânlardır. O yol ise, hayat yoludur ki: Âlem-i Ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibâdet ve takvâdır.
 
#4
DÖRDÜNCÜ SÖZ

Namaz, ne kadar kıymetdar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar dîvâne ve zararlı olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:
Bir zaman bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, -herbirisine yirmidört altın verip- iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: “Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bâzı şeyleri mübayaa ediniz. Bir günlük mesâfede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir.”
İki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler. Birisi, bahtiyar idi ki; istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat, o masraf içinde efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki: Sermayesi, birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan; istasyona kadar yirmiüç altınını sarfeder. Kumara-mumara verip zâyi eder, birtek altını kalır. Arkadaşı ona der: “Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ, bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerîmdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru afveder. Seni de tayyareye bindirirler. Bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun.” Acaba şu adam inad edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir lezzet için sefahete sarfetse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu, en akılsız adam dahi anlamaz mı?
 
#5
BEŞİNCİ SÖZ

Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakikî bir vazife-i insânîyye ve ne kadar fıtrî, münâsib bir netice-i hilkat-ı beşeriyye olduğunu görmek istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Seferberlikte, bir taburda, biri muallem, vazifeperver; diğeri acemi, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer, tâlime ve cihâda dikkat eder, erzak ve tâyinâtını hiç düşünmezdi. Çünki anlamış ki; onu beslemek ve cihâzâtını vermek, hasta olsa tedâvi etmek, hattâ indelhâce lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi, tâlim ve cihaddır. Fakat, bâzı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa:
— Ne yapıyorsun?
— Devletin angaryasını çekiyorum, der. Demiyor: Nafakam için çalışıyorum.
Diğer şikemperver ve acemi nefer ise, tâlime ve harbe dikkat etmezdi. “O, devlet işidir. Bana ne.” derdi. Dâim nafakasını düşünüp onun peşine dolaşır, taburu terkeder, çarşıya gider, alış-veriş ederdi. Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi:
 
#6
ALTINCI SÖZ

Nefis ve malını Cenâb-ı Hakk’a satmak ve O’na abd olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciği dinle:
Bir zaman bir pâdişah, raiyetinden iki adama, her birisine emaneten birer çiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silâh gibi her şey var. Fakat, fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolur veya tebeddül eder gider. Pâdişah, o iki nefere kemâl-i merhametinden bir Yaver-i Ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: Elinizde olan emanetimi bana satınız. Tâ, sizin için muhafaza edeyim. Beyhûde zâyi olmasın. Hem, muharebe bittikten sonra size daha güzel bir sûrette iade edeceğim. Hem, gûya o emanet malınızdır; pek büyük bir fiat size vereceğim. Hem, o makine ve fabrikadaki âletler, benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiatı, hem ücretleri, birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedârik edemezsiniz. Bütün masârifâtı ve levâzımatı, ben deruhde ederim. Bütün vâridatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr... Eğer bana satmazsanız, zâten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude gidecek, hem o yüksek fiattan mahrum kalacaksınız. Hem o nâzik, kıymetdar âletler, mîzanlar, istimal edilecek şâhâne madenler ve işler bulmadığından; bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasaret içinde hasaret...
 
#7
YEDİNCİ SÖZ

Şu Kâinatın tılsım-ı muğlakını açan

ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymetdar iki tılsım-ı müşkil-küşa olduğunu ve sabır ile Hâlıkına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzâkından sual ve dua; ne kadar nâfi’ ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur’an’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebâiri terk etmek; ebed-ül âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli, revnakdâr bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir zaman bir asker, meydan-ı harb ve imtihanda, kâr ve zarar deverânında pek müdhiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki:
Sağ ve sol iki tarafından dehşetli derin iki yara ile yaralı ve arkasında cesîm bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu hâli ile beraber uzun bir yolculuğu var, nefyediliyor. O bîçare, şu dehşet içinde, me’yusane düşünürken; sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah, nuranî bir zât peyda olur. Ona der: “Me’yus olma. Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istîmal etsen, o arslan, sana musahhar bir at olur. Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh için hoş bir salıncağa döner. Hem, sana iki ilâç vereceğim. Güzelce istîmal etsen; o iki müteaffin yaraların, iki güzel kokulu Gül-ü Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) denilen lâtif çiçeğe inkılab ederler. Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi bir senelik bir yolu, bir günde kesersin. İşte eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe et. Tâ doğru olduğunu anlayasın.” Hakikaten bir parça tecrübe etti. Doğru olduğunu tasdik etti. Evet, ben, yâni şu bîçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünki: Biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm.
 
#8
SEKİZİNCİ SÖZ

Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insânî ve insânda dinin mahiyyet ve kıymetlerini ve eğer Din-i Hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insân, en bedbaht mahlûk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran

ve

olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Eski zamanda iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Gitgide tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: “Sağ yolda kanun ve nizâma tebaiyyet mecbûriyyeti vardır. Fakat, o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise, serbestiyyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihaptaki ihtiyar sizdedir.”
Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola


deyip gitti ve nizâm ve intizâma tebaiyyeti kabûl etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zâhiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayâlen takib ediyoruz:
 
#9
DOKUZUNCU SÖZ

Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsîsini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.
Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılâb başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlâhînin âyinesi ve o tasarruf içinde İhsanât-ı Külliyye-i İlâhiyyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelâl’e o vakitlerde daha ziyâde tesbih ve tâzim ve hadsiz ni’metlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir. Şu ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek için “Beş Nükte”yi nefsimle beraber dinlemek lâzım...
BİRİNCİ NÜKTE: Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yâni, celâline karşı kavlen ve fiilen “Sübhânallah” deyip takdîs etmek. Hem kemâline karşı, lâfzan ve amelen “Allahü Ekber” deyip tâzim etmek. Hem cemâline karşı, kalben ve lisânen ve bedenen “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir. Demek Tesbih ve Tekbir ve Hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını te’kid ve takviye için şu Kelimât-ı Mübâreke, otuz üç defa tekrar edilir. Namazın mânâsı, şu mücmel hülâsalarla te’kid edilir.
 
#10
ONUNCU SÖZ
Haşir Bahsi
İHTAR
(Şu risâlelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler sûretinde yazdığımın sebebi; hem teshil, hem Hakaik-i İslâmiyye ne kadar mâkul, mütenasip, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakîkatlerdir. Kinaiyyat kabilinden yalnız onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakîkatlerdir.)

Birader, Haşir ve Âhireti basit ve avâm lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyânını ister isen, öyle ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:
Bir zaman iki adam, Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki: Herkes ev, hâne, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para, meydanda sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp, ya çalıyor, ya gasbediyor. Hevesine tebaiyyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâb ediyor. Ahâli de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:
“Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya sokacaksın. Bu mallar mîrî malıdır. Bu ahali çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar. Şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizâm şedittir. Pâdişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehâlet et” dedi. Fakat, o sersem inad edip dedi:

“Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifâdeyi men’edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım” dedi. Hem feylesofa-ne çok safsatiyatı söyledi. İkisi arasında ciddî bir münazara başladı. Evvelâ o sersem dedi:

“Pâdişah kimdir? Tanımam..”

Sonra arkadaşı ona cevaben: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz; sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki; nihayet derecede muntazam şu memleket Hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer (Hâşiye) gaipten gelir gibi kıymettar, musanna mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor gidiyor. Nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnâmeler ve beyânnâmeler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”

O sersem döndü dedi:

“Haydi pâdişah var; fakat benim cüz’î istifâdem O’na ne zarar verebilir. Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor.”

Arkadaşı ona cevaben dedi:

“Yahu şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyyenin meşheridir. Hem muvakkat temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek. Bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek.” dedi.
 
#11
ONBİRİNCİ SÖZ

Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insânın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:
Bir zaman bir sultan varmış; servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevâhir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli pek âcaip defineleri varmış. Hem kemâlâtça sanâyi-i garîbede pek çok mahareti varmış. Hem hesabsız fünûn-u acîbeye ma’rifeti, ihâtası varmış. Hem, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılâı varmış. Her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şa’şaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi ma’rifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Tâ cemâl ve kemâl-i ma’nevîsini iki vecihle müşahede etsin:
Bir vechi: Bizzât nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün.
Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın.​
 
Son düzenleme:
#12
ONİKİNCİ SÖZ

[Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyyesi ile felsefe hikmetinin icmâlen müvazenesi... Hem hikmet-i Kur’aniyyenin, insânın hayat-ı şahsiyyesine ve hayat-ı içtimâiyyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi... Hem Kur’anın sâir Kelimât-ı İlâhiyyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüçhaniyyetine bir işarettir. İşte bu sözde “Dört Esas” vardır.]
BİRİNCİ ESAS: Hikmet-i Kur’aniyye ile hikmet-i fenniyyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliyye dürbünüyle bak:
Bir zaman, hem dindar, hem gayet san’atkâr bir Hâkim-i Namdar istedi ki: Kur’an-ı Hakîm’i, maânîsindeki kudsiyyetine ve kelimâtındaki i’câza şâyeste bir yazı ile yazsın. O mu’ciz-nüma kamete, hârika bir libas giydirilsin. İşte o Nakkaş Zât, Kur’anı pek acib bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri, yazısında istimal etti. Hakaikının tenevvüüne işaret için bâzı mücessem hurufâtını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını, lü’lü ve akik ile ve bir tâifesini, pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini, altun ve gümüş ile yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. Bâhusus, ehl-i hakikatın nazarına o sûrî güzellik, mânâsındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın îşâratı olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur...
Sonra o Hâkim, şu mûsannâ ve murassa Kur’anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi. Hem tecrübe, hem mükâfat için emretti ki: “Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.” Evvelâ o feylesof, sonra o âlim, Ona dair birer kitab te’lif ettiler.
Fakat feylesofun kitabı, yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin hâsiyetlerinden ve târifatından bahseder. Mânasına hiç ilişmez. Çünki: O ecnebî adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez. Hattâ o müzeyyen Kur’anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve mânâyı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin, çendan arabî bilmiyor. Fakat çok iyi bir mühendistir. Güzel bir tasvircidir. Mâhir bir kimyagerdir. Sarraf bir cevhercidir. İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı.
Amma müslüman âlim ise, Ona baktığı vakit anladı ki: “O, Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir.” İşte bu hakperest zât, ne tezyinat-ı zâhiriyyesine ehemmiyet verdi ve ne de hurûfun nukuşuyla iştigal etti. Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes’elelerinden daha âlî, daha galî, daha lâtif, daha şerif, daha nâfi’, daha câmi... Çünki: Nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyyesinden ve envar-ı esrârından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı. Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîşan’a takdim ettiler. O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki: O hodpesend ve tabiatperest adam çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış. Hiçbir mânâsını anlamamış. Belki karıştırmış. Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki: O menba-ı hakaik olan Kur’anı, mânâsız nukuş zannederek, mânâ cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi, onun eserini başına vurdu, huzurundan çıkardı.
Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki: Gayet güzel ve nâfi’ bir tefsir ve gayet hakîmane, mürşidane bir te’liftir. “Âferin, bârekâllâh” dedi. İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır. Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “On altun verilsin” irade etti.
Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatın yüzünü de gör:
Amma o müzeyyen Kur’an ise, şu mûsannâ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî’dir. Ve o iki adam ise, birisi yâni ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri, Kur’an ve şâkirdleridir. Evet Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belîğ bir tercümânıdır. Evet o Furkan’dır ki: Şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyyeyi cin ve inse ders verir. Hem herbiri birer harf-i mânidar olan mevcûdata “Mânâ-yı Harfî” nazarıyla, yâni onlara Sâni’ hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir sûrette Sâniinin cemâline delâlet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.
 
#13
ONÜÇÜNCÜ SÖZ

Kur’an-ı Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsûl-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvazene etmek istersen; şu gelecek sözlere dikkat et!
İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyân’ın bütün kâinattaki âdiyat nâmıyla yâdolunan, hârikulâde ve birer mu’cize-i kudret olan mevcûdât üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyânâtıyla yırtıp, o hakaik-i acîbeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celbedip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.
Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu’cizât-ı kudreti, âdet perdesi içinde saklayıp, câhilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizâm-ı hilkatten hurûc eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nâdir ferdleri nazar-ı dikkate arzeder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ: En câmi’ bir mu’cize-i kudret olan insânın hilkatini âdi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insânın kemâl-i hilkatinden hurûc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insânı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ: En lâtif ve umumî bir mu’cize-i rahmet olan bütün yavruların hazine-i gaybdan muntâzam iâşelerini âdi görüp, küfran perdesini üstüne çeker.
Fakat, intizâmdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iaşesini görür, ondan tecelli eden lütuf ve keremle hazır balıkçıları ağlatmak ister (Hâşiye). İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve mârifet-i İlâhiyye cihetiyle servet ve gınâsı; ve felsefenin ilim ve ibret ve mârifet-i Sâni’ cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al!
İşte bu sırdandır ki: Kur’an-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakîkatları câmi’ olduğundan, şiirin hayâlâtından müstağnidir. Evet, Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyân’ın i’câz derecesindeki kemâl-i nizâm ve intizâmı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san’atı, muntâzam üslûblarıyla tefsir ettikleri halde; manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcûd münâsebet-i mânevîyyeye rabıta olmak için, o dâire-i muhita içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etsin. Güya serbest herbir âyetin, ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’an içinde binler Kur’an bulunur ki, herbir meşreb sahibine birisini verir. Nasılki, Yirmibeşinci Söz’de beyân edildiği gibi; Sûre-i İhlâs içinde otuzaltı Sûre-i İhlâs mikdarınca herbiri zilecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunur ve tazammun ediyor. Evet, nasılki semâda olan intizâmsız yıldızların sûreten adem-i intizâmı cihetiyle herbir yıldız, kayıd altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki -birer birer- herbir yıldıza mevcûdat beynindeki nisbet-i hafiyyeye işaret olarak birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte intizâmsızlık içinde kemâl-i intizâmı gör, ibret al!

’nün bir sırrını bil! Hem âyet-i

sırrını da bununla anla ki: Şiirin şe’ni; küçük ve sönük hakîkatları, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’anın hakîkatları; o kadar büyük, âlî, parlak ve revnakdardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakîkatlara nisbet edilse; gayet küçük ve sönük kalır. Meselâ:
 
#14
ONDÖRDÜNCÜ SÖZ

[Kur’an-ı Hakîm’in ve Kur’an’ın müfessir-i hakikîsi olan Hadîsin, bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyâdı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakîkatların bir kısım nazîrelerine işâret edeceğiz ve hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inâyet beyân edilecek. O hakîkatlardan Haşir ve Kıyametin nazîreleri, Onuncu Söz’de, bilhassa Dokuzuncu Hakîkatında zikredildiği için tekrara lüzum yoktur. Yalnız sâir hakîkatlardan nümûne olarak “Beş Mes’ele” zikrederiz.]
Birincisi: Meselâ:

“Altı günde gökleri ve yerleri yarattık” demek olan; hem belki bin ve elli bin sene gibi uzun zamandan ibâret olan eyyâm-ı Kur’aniyye ile insân dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşayacağına işaret eden hakîkat-ı ulviyyesine kanaat getirmek için, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelâl’in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları; nazar-ı şuhûdâ gösteriyoruz. Evet güyâ insânlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelâl’in emriyle âlem dolar, boşanır.
İkincisi: Meselâ:
gibi âyetlerin ifade ettikleri ki: “Bütün eşya, bütün ahvâliyle vücûda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor.” demek olan hakîkat-ı âliyyesine kanaat getirmek için Nakkaş-ı Zülcelâl, rûy-i zeminin sahifesinde, her mevsimde, bâhusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntâzam mahlûkatın fihriste-i vücûdlarını, tarihçe-i hayatlarını, desâtir-i hareketlerini; çekirdeklerinde, tohumlarında, köklerinde mânevî bir sûrette derc ve muhafaza ettiğini ve zevalden sonra semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, mânevî bir tarzda basit tohumcuklarında yazdığını, hattâ her geçici baharda, yaş-kuru ne varsa, mahdud zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda, kemâl-i intizâm ile muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Güya her bir bahar, birtek çiçek gibi, gayet muntâzam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemil ve Celil’in eliyle takılıp koparılıyor; konup kaldırılıyor. Hakîkat böyle iken, beşerin en acîb bir dalâleti budur ki: Kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuz’un yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san’at-ı Rabbâniyye olup, ehl-i gafletin lisanında tabiat denilen bu kitabet-i fıtriyyeyi, bu nakş-ı san’atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, tabiat-ı müessire diyerek masdar ve fâil telâkki etmesidir.
Hakîkat nerede? Ehl-i gafletin telâkkileri nerede? Üçüncüsü: Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melâike-i müekkelleri ve sâir bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sâdık’ın tasvir ettiği, meselâ: Kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizâm ve külliyet ve vüs’at-i ubûdiyyetlerini ifâde eden hakîkata çıkmak için, şuna dikkat et ki, Zât-ı Zülcelâl:
gibi ayetlerde tasrih ediliyor ki: Mevcûdâtın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve âzametine münâsib bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor. Evet bir bahr-ı müsebbih olan şu semâvâtın kelimât-ı tesbihiyyesi; güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfâz-ı tahmîdiyyesi; hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır.Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz’î birer tesbihâtı olduğu gibi; zeminin de ve zeminin herbir kıt’asının da ve herbir dağ ve derenin de ve berr ve bahrının da ve göklerin herbir feleğinin de ve her bir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır. Şu binler başları olan zeminin her başında yüzbinler lisanlar bulunan ve her lisanda yüzbin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misâlde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilân edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır.Evet, müteaddit eşya bir cemâat şekline girse, bir şahs-ı mânevîsi olacaktır. Eğer o cem’iyyet, imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı mânevîsi, bir nevi ruh-u mânevîsi ve vazife-i tesbîhîyyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır. İşte bak, misâl olarak bu Barla ağzının, şu dağ lisânının bir muazzam kelimesi olan bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör: Ağacın, şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var ve her dilde bak, kaç yüz mevzun ve muntâzam meyve kelimeleri var ve her meyvede dikkat et; kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, Emr-i
’e malik Sâni’-i Zülcelâl’ine ne kadar belîğ bir medih ve fasîh bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi; ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i mânâda müteaddid diller ile tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir.
Dördüncüsü: Meselâ:
gibi âyetlerin ifade ettikleri hakîkat-ı ulviyyesine ki, Kadîr-i Mutlak o derece sühûlet ve sür’atle ve mualecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halkeder ki, yalnız sırf bir emir ile îcad eder gibi görünüyor, fehmediliyor. Hem o Sâni’-i Kadîr nihayet derecede masnûata karîb olduğu halde, masnuat nihayet derecede ondan baîddir. Hem nihâyetsiz kibriyâsıyla beraber, gayet cüz’î ve hakîr umûru dahi, ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san’attan hariç bırakmıyor. İşte bu hakîkat-ı Kur’aniyyenin vücûduna, mevcûdâtta meşhud sühûlet-i mutlak içinde intizâm-ı ekmel şehadet ettiği gibi, gelecek temsil dahi, onun sırr-ı hikmetini gösterir.Meselâ
Sâni’-i Zülcelâl’in Esmâ-i Hüsnâsından Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneşin, emr-i Rabbânî ve teshir-i İlâhî ile mazhar olduğu vazifeler, şu hakîkatı fehme takrib eder. Şöyle ki:
Güneş ulviyyetiyle beraber bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zâtlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsâliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde o şeffaf şeyler ise, binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vecihle müteessir edemezler; kurbiyyet dâva edemezler. Hem o Güneş, her şeffaf zerreye, hattâ ziyâsı nereye girmiş ise orada hâzır ve nâzır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre Güneşin aksi ve bir nevi timsâli görünmesiyle anlaşılır. Hem Güneşin âzamet-i nûrâniyyeti derecesinde ihâtası, nüfûzu ziyâdeleşir. Nûrâniyyet âzametindendir ki, en küçük ufak şeyler, ondan gizlenip kaçamazlar. Demek âzamet-i kibrîyâsı, cüz’î ve ufak şeyleri, nûrâniyyet sırrıyla harice atmak değil; bilâkis daire-i ihâtasına alıyor. Hem güneşi, mazhar olduğu cilvelerde ve vazifelerde farz-ı muhal olarak fâil-i muhtar farzetsek, o derece sühulet ve sür’at ve vüs’at içinde, zerreden, katreden, deniz yüzünden, seyyârata kadar izn-i İlâhî ile öyle işliyor ki, şu tasarrufat-ı azîmeyi yalnız bir mahz-ı emir ile yapar, tahayyül edilebilir. Zerre ile seyyâre, emrine karşı müsavidirler. Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemâl-i intizâm ile verir. İşte, semâ denizinin yüzünde ziyâdar bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlak’ın Nûr isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşâhede şu hakîkatın üç esasının nümûnelerine mazhar olduğunu görüyoruz. Elbette güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde,
olan Zât-ı Zülcelâl, herşey’e, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hâzır ve nâzır ve eşya Ondan gayet uzak olduğuna, hem o derece külfetsiz, muâlecesiz, sühuletle işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür’at ve sühûletiyle îcad eder gibi anlaşıldığına; hem hiçbir şey, cüz’î-küllî, küçük-büyük, daire-i kudretinden hârice çıkmadığına ve kibriyâsı ihâta ettiğine şuhud derecesinde bir yakîn-i îmanî ile îmân ederiz ve îmân etmek gerektir.
Beşincisi:
’den tut, tâ

’ye kadar.. hem
’den tut, tâ
’e kadar.. hem
’den tut, tâ

’e kadar.. hem
’den tut, tâ
’ya kadar hudud-u âzamet-i rubûbiyyeti ve kibriyâ-i ulûhiyyeti tutmuş olan Ezel ve Ebed Sultanı, şu âciz ve nihayetsiz zaîf ve nihayetsiz fakir ve nihayetsiz muhtaç ve yalnız cüz’î bir ihtiyar ile icada kabiliyeti olmayan zaîf bir kesb ile mücehhez benî-âdeme karşı şedid şikâyat-ı Kur’aniyyesi ve azîm tehdidatı ve müdhiş vaîdleri ne hikmete binâendir ve ne vecihle tevfik edilir? Ne sûretle münâsib düşer? demek olan derin ve yüksek hakîkata kanaat getirmek için şu gelecek iki temsile bak: Birinci Temsil: Meselâ; şâhane bir bağ var ki, nihayetsiz meyvedâr ve çiçekdar masnu’lar içinde bulunuyorlar. Ona nezaret etmek için pek çok hademeler tâyin edilmiş. Bir hizmetkârın vazifesi dahi, yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun mecrasındaki deliğin kapağını açmaktır ve şu hizmetkâr ise, tenbellik etti, deliğin kapağını açmadı. O bağın tekemmülüne halel geldi veyahut kurudu. O vakit Hâlık’ın san’at-ı Rabbâniyyesinden ve Sultân’ın nezaret-i şahanesinden ve ziyâ ve hava ve toprağın hizmet-i bendegânesinden başka bütün hademelerin, o sersemden şekvaya hakları vardır. Zira hizmetlerini akîm bıraktı veya zarar verdi.İkinci Temsil: Meselâ; cesîm bir sefine-i Sultaniyyede, âdi bir adam cüz’î vazifesini terketmesiyle, bütün gemideki vazifedârların netâic-i hidematına halel getirdiğinden ve bâzı da mahvettiğinden, bütün o vazifedârlar nâmına gemi sahibi ondan şedid şikâyet eder. Kusur sahibi ise, diyemez ki: “Ben bir âdi adamım, ehemmiyetsiz ihmalimden şu şiddete müstehak değildim.” Çünki tek bir adem, hadsiz ademleri intâc eder. Fakat vücûd kendine göre semere verir.Çünki bir şeyin vücûdu, bütün şerâit ve esbâbın vücûduna mütevakkıf olduğu halde; o şeyin ademi, intifası, tek bir şartın intifâsıyla ve tek bir cüz’ün ademiyle netice itibariyle mün’adim olur. Bundandır ki: “Tahrib, tamirden pek çok defa eshel olduğu” bir düstur-u müteârife hükmüne geçmiştir. Mâdem küfür ve dâlâlet, tuğyan ve ma’siyet esasları, inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabûldür. Sûret-i zâhiriyyede ne kadar müsbet ve vücûdlu görünse de, hakîkatta intifadır, ademdir. Öyle ise cinâyet-i sâriyedir. Sâir mevcûdâtın netâic-i amellerine halel verdiği gibi Esmâ-i İlâhiyyenin cilve-i cemâllerine perde çeker.İşte bu hadsiz şikâyete hakları olan mevcûdat nâmına o mevcûdatın sultanı, şu âsi beşerden azîm şikâyet eder ve etmesi, ayn-ı hikmettir. Ve o âsi, şiddetli tehdidata elbette müstehaktır ve dehşetli vaîdlere, bilâşüphe sezâdır.
 
#15
ONBEŞİNCİ SÖZ

Ey kozmoğrafyanın ruhsuz mes’eleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin âzametli sırrını, o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektebli efendi! Şu âyetin semâsına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız!
Birinci Basamak: Hakikat ve hikmet ister ki: Zemin gibi, semâvatın da kendine münâsib sekeneleri bulunsun. Lisan-ı şer’îde o ecnâs-ı muhtelifeye, Melâike ve Ruhaniyyat tesmiye edilir. Evet, hakikat öyle iktiza eder. Zira, zemin küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîhayat ve zîşuur mahlûklardan doldurulması ve arasıra boşaltılıp yeniden zîşuurlarla şenlendirilmesi, işaret eder, belki tasrih eder ki: Şu muhteşem burçlar sahibi, müzeyyen kasırlar hükmünde olan semâvat dahi, zîşuur ve zevil-idrâk mahlûklarla doludur. Onlar dahi ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu saltanat-ı Rubûbiyyetin dellâllarıdırlar. Çünki, kâinatı hadd ve hesaba gelmeyen tezyinat ve mehâsin ve nukuş ile süslendirip tezyin etmesi; bilbedâhe, mütefekkir istihsan edici ve mütehayyir takdir edicilerin enzârını ister. Evet, hüsün elbette bir âşık ister; taam ise, aç olana verilir. Halbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüs’atli ubûdiyyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibâdata, nihayetsiz Melâike enva’ı ve Ruhâniyyat ecnâsı lâzımdır. Bâzı rivayatın işârâtıyla ve intizâm-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki: Bir kısım ecsam-ı seyyare, seyyarattan tut tâ katarata kadar, bir kısım Melâikenin merakibidirler.
Onlar bunlara izn-i İlâhî ile binerler, âlem-i şehâdeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvâniyye, Hadîste “Tuyûrun Hudrun” tesmiye edilen cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar bir cins ervahın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, âlem-i cismâniyyatı seyran edip o cesedlerdeki hasselerin pencereleriyle, cismanî mu’cizât-ı fıtratı temâşa ederler. Elbette kesafetli topraktan ve küdûretli sudan mütemadiyen letâfetli hayatı ve nûrâniyyetli zevil-idrâki halkeden Hâlık’ın, elbette ruha ve hayata münâsib şu nur denizinden ve hattâ zulmet bahrinden bir kısım zîşuur mahlûkları vardır. Hem çok kesretli olarak vardır. Melâike ve ruhâniyyatın vücûdlarına dâir “Nokta” namında bir risalemde ve Yirmi Dokuzuncu Söz’de iki kerre iki dört eder derecesinde bir kat’iyyetle isbat edilmiştir. Eğer istersen ona müracaat et.
İkinci Basamak: Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır. Zemine lâzım olan ziyâ, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semâdan geliyor, yâni gönderiliyor. Vahye istinad eden bütün Edyan-ı Semâviyyenin icmâı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, Melâike ve ervah semâdan zemine geliyorlar. Bundan, hisse karib bir hads-i kat’î ile bilinir ki: Sekene-i arz için, semâya çıkmak için bir yol vardır. Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semâya gider. Öyle de: Ağırlıklarını bırakan ervah-ı enbiya ve evliya veya cesedlerini çıkaran ervah-ı emvat, izn-i İlâhî ile oraya giderler. Mâdem hiffet ve letâfet bulanlar oraya giderler. Elbette cesed-i misâlî giyen ve ervah gibi hafif ve lâtif bir kısım sekene-i arz ve hava, semâya gidebilirler.
Üçüncü Basamak: Semânın sükût ve sükûneti ve intizâm ve ıttıradı ve vüs’at ve nûrâniyyeti gösterir ki: Sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki, bütün ahalisi mutî’dirler. Ne emrolunsa onu işlerler. Müzâhame ve münâkaşayı îcab edecek bir sebeb yoktur. Zira memleket geniş, fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir. Evet, zeminde ezdad içtimâ etmiş; eşrar ahyara karışmış; içlerinde münâkaşat başlamış; o sebebden ihtilafat ve ızdırabat düşmüş ve ondan imtihânat ve müsabakat teklif edilmiş ve ondan terakkiyât ve tedenniyât çıkmış. Şu hakikatın hikmeti şudur ki:
Beşer, şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir. Mâlûmdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cem’iyyetli, en nâzik, en ehemmiyetli cüz-ü dür.
 
#16
ONALTINCI SÖZ

(İtminan-ı nefsime medâr olacak, zulmeti dağıtacak şu âyetin nurundan dört şuâ’ı göstermekle kör nefsime bir basîret vermek için yazılmıştır.)
BİRİNCİ ŞUÂ: Ey nefs-i nâdan! Diyorsun ki: “Ehadiyyet-i Zât-ı İlâhiyye ile külliyyet-i ef’âli ve vahdet-i şahsiyyesiyle muinsiz umumiyyet-i rubûbiyyeti ve ferdâniyyeti ile şeriksiz şümûl-ü tasarrufatı ve mekândan münezzehiyyetiyle her yerde hâzır bulunması ve nihayetsiz ulviyyetiyle herşeye yakın olması ve birliği ile her işi bizzât elinde tutması; hakaik-i Kur’aniyyedendir. Kur’an ise hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabûl etmeyen şeyleri akla tahmil etmez. Akıl ise, zâhirî bir münâfatı görüyor. Aklı teslime sevkedecek bir izah isterim.”
Elcevab: Mâdem öyledir, itminan için istersen, biz de Kur’an’ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur, çok müşkilâtımızı halletmiş; inşâallah bunu da halleder. Akla vâzıh, kalbe nuranî olacak temsil yolunu ihtiyar ile İmam-ı Rabbânî (R.A.) gibi deriz:

Temsil, i’câz-ı Kur’an’ın en parlak bir âyinesi olduğundan, biz dahi bir temsil ile şu sırra bakacağız. Şöyle ki
Bir tek zât, muhtelif merâya vasıtasıyla külliyet kesbeder. Cüz’î-yi hakikî iken, umumî şuunata mâlik bir küllî hükmüne geçer. Meselâ: Şems bir cüz’î-yi müşahhas iken, eşyayı şeffafe vasıtasıyla öyle bir küllî hükmüne geçer ki, rûy-i zemini timsalleriyle, akisleriyle dolduruyor. Hattâ katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor. Güneşin harareti ve ziyâsı ve ziyânın içinde olan yedi renkli elvan-ı seb’ası, herbirisi, mukabilindeki eşyaya muhit, âmm ve şâmil oldukları halde; herbir şeffaf şey dahi güneşin timsaliyle beraber harareti, hem ziyâyı, hem elvan-ı seb’ayı göz bebeğinde saklıyor. Ve sâfi kalbini ona bir taht yapıyor. Demek Şems, vâhidiyyet haysiyyetiyle ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi, ehadiyyet cihetiyle herbir şeyde Güneş çok vasıflarıyla beraber bir nevi cilve-i zâtıyla bulunur. Mâdem temsilden temessül bahsine geçtik. Temessülün çok enva’ından şu mes’eleye medâr olacak üç nev’ine işaret ederiz.
Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleridir. O akisler, hem gayrdır, ayn değil. Hem mevattır, ölüdür. Hüviyyet-i suriyyesinden başka hiçbir hâsiyete mâlik değil. Meselâ; sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zîhayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hassaları onlarda yoktur.
İkincisi: Maddî nuranînin akisleridir. Şu akis ayn değil. Fakat gayr da değil. Mâhiyeti tutmuyor, fakat o nuranînin ekser hasiyetlerine mâliktir. Onun gibi hay sayılıyor. Meselâ: Şems dünyaya girdi. Herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, Güneş’in hassaları hükmünde olan ziyâ ve ziyâdaki elvan-ı seb’a bulunuyor. Eğer faraza, Güneş zîşuur olsa idi, harareti ayn-ı kudreti; ziyâsı ayn-ı ilmi; elvan-ı seb’ası sıfat-ı seb’ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mâni olmazdı. Herbirimizle âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.
Üçüncüsü: Nuranî ruhların aksidir. Şu akis, hem haydır, hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mâhiyet-i nefs-ül emriyyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye sûretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, Huzur-u İlâhîde haşmetli kanatlarıyla Arş-ı A’zamın önünde secdeye gider. Hem o anda hesabsız yerlerde bulunur. Evâmir-i İlâhiyyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mâni olmazdı. İşte şu sırdandır ki; mâhiyeti nur ve hüviyyeti nuranîyye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm dünyada bütün ümmetinin salâvatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirisine mâni olmaz.
 
#17
ONYEDİNCİ SÖZ
(Bu söz, iki âlî makam ve bir parlak zeylden ibarettir.)

Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim ve Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı, Âlem-i Ervah ve ruhâniyyat için bir bayram, bir şehrâyin sûretinde yapıp bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip küçük-büyük, ulvî-süflî herbir ruha, ona münâsib ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehâsin ve in’amattan istifâde etmeğe muvafık ve havas ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücûd-u cismanî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir. Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıt’alara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt’ayı, birer tâife ruhlu mahlûkatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır ve bilhassa rûy-i zemin, husûsan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sağirenin tâifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyyede olan ruhâniyyatı ve melâikeleri ve sekene-i semâvatı seyre celbedecek bir cazibedârlık görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki, akıl târifinden âcizdir. Fakat bu ziyâfet-i İlâhiyye ve bayram-ı Rabbaniyyedeki İsm-i Rahmân ve Muhyî’nin tecellilerine mukabil İsm-i Kahhar ve Mümît, firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar. Şu ise:

rahmetinin vüs’at-i şümûlüne zâhiren muvafık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakatı vardır.
Bir ciheti şudur ki: Sâni’-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir tâifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor, istirahatâ bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor. Hem o Rahmân’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, Âhirette cismanî bir vücûd-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor. Öyle de, sâir zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriyye-i Rabbâniyyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniyye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i mânevîyye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar.

Lâkin zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyyet ve keyfiyyet cihetiyle en ziyâde istifâde eden insân, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için eser-i rahmet olarak iştiyak-engiz bir hâlet verir. Kendi insânîyyeti dalâlette boğulmayan insân, o hâletten istifâde eder. Rahat-ı kalb ile gider. Şimdi, o hâleti intâc eden vecihlerden, nümûne olarak "Beşini" beyân edeceğiz.
Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle; dünyevî, güzel ve cazibedâr şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı mânâsını göstererek o insânı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu arattırıyor.
İkincisi: İnsânın alâka peyda ettiği bütün ahbablardan yüzde doksandokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurane karşılattırıyor.
Üçüncüsü: İnsândaki nihayetsiz zaîflik ve âcizliği, bâzı şeylerle ihsas ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahatâ ciddî bir arzu ve bir diyar-ı âhere gitmeye samimî bir şevk veriyor.
 
#18
ONSEKİZİNCİ SÖZ
(Bu sözün iki makamı var. İkinci Makamı daha yazılmamıştır. Birinci Makamı üç noktadır.)

BİRİNCİ NOKTA:

Nefs-i emmâreme bir sille-i tedib:
Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhem-ta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifâde edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâva ise; senin dahi sana yüklenen ni’metler için fahre, gurura belki bir hakkın var. Halbuki sen, daim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz’-i ihtiyarın bulunmakla, o ni’metlerin kıymetlerini fahrin ile tenkîs ediyorsun. Gururunla tahrib ediyorsun ve küfranınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbinliktedir.
Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabûl etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yâni fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var: O da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir sûrette kabûl etmemenizden şerre sebeb olmanızdır. Hem siz birer perde yaratılmışsınız. Tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i İlâhiyyenin tenzihine vesile olasınız. Halbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd bir sûret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hâlıkınızla güya iştirak edersiniz. Demek nefis-perest, tabiatperest gayet ahmak, gayet zâlimdir.
Hem deme ki: “Ben mazharım. Güzele mazhar ise, güzelleşir.” Zira, temessül etmediğinden mazhar değil, memer olursun.
Hem deme ki: “Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.” Hâyır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünki, herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi. (Hâşiye)
İKİNCİ NOKTA:

âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:
Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zâhirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zâhirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizâmlar var. Ezcümle:
Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntâzam nebâtatın tebessümleri saklanmış ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazîn firak perdeleri arkasında tecelliyat-ı Celâliyye-i Sübhaniyyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tazibinden muhafaza etmek için nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin taze güzel bir bahara yer ihzâr etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hâdiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok ma’nevî çiçeklerin inkişafı vardır.
 
#19
ONDOKUZUNCU SÖZ
Risâlet-i Ahmediye’ye Dairdir

Evet şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyyedir.
“ON DÖRT REŞAHAT”ı tazammun eden On Dördüncü Lem’anın
BİRİNCİ REŞHASI: Rabbimizi bize târif eden üç büyük, küllî muarrif var. Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem’a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten işittik. Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrâsı olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır. Şimdi şu ikinci bürhân-ı nâtıkî olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanımalıyız, dinlemeliyiz.
Evet, o bürhânın şahs-ı ma’nevîsine bak: Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber... O bürhân-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i îmana imam, bütün insânlara hatib, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri... Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuranîyedir ki; herbir dâvasını, mu’cizâtlarına istinad eden bütün enbiya ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. Zira O,

der, dâva eder. Bütün sağ ve sol, yâni mâzi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ’ ile mânen “SADAKTE VE BİL HAKKI NATAKTE” derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın.
İKİNCİ REŞHA: O nûrânî bürhân-ı Tevhid, nasılki iki cenahın icmâ’ ve tevatürüyle teyid ediliyor. Öyle de, Tevrat ve İncil gibi Kütüb-ü Semâviyyenin (Hâşiye) yüzler işaratı ve irhasatın binler rumuzâtı ve hâtiflerin meşhur beşâratı ve kâhinlerin mütevâtir şehâdâtı ve şakk-ı Kamer gibi binler mu’cizâtının delâlâtı ve şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, zâtında gayet kemâldeki ahlâk-ı hamîdesini ve vazifesinde nihayet hüsnündeki secâya-yı galiyyesini ve kemâl-i emniyyetini ve kuvvet-i îmanını ve gayet itminanını ve nihayet vüsûkunu gösteren fevkalâde takvâsı, fevkalâde ubûdiyyeti, fevkalâde ciddiyyeti, fevkalâde metâneti; dâvâsında nihayet derecede sâdık olduğunu güneş gibi âşikâre gösteriyor.
ÜÇÜNCÜ REŞHA: Eğer istersen gel… Asr-ı Saadet’e, Ceziret-ül Arab’a gideriz. Hayâlen olsun onu vazife başında görüp ziyâret ederiz. İşte bak: Hüsn-ü sîret ve cemâl-i sûret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki; elinde mu’ciznümâ bir kitab, lisanında hakaik-âşina bir hitab, bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcûdata karşı bir hutbe-i ezeliyyeyi tebliğ ediyor. Sırr-ı hilkat-ı âlem olan muamma-i acîbânesini hal ve şerh edip ve sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlâkını fetih ve keşfederek, bütün mevcûdâttan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müdhiş sual-i azîm olan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine mukni, makbûl cevap verir.
DÖRDÜNCÜ REŞHA: Bak! Öyle bir ziyâ-yı hakikat neşreder ki: Eğer O’nun o nuranî daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir sûrette kâinata baksan; elbette kâinatın şeklini bir matemhâne-i umumî hükmünde ve mevcûdatı birbirine ecnebi, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevil-hayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün. Şimdi bak: O’nun neşrettiği nur ile o matemhâne-i umumî, şevk u cezbe içinde bir zikirhâneye inkılâb etti. O ecnebi, düşman mevcûdat, birer dost ve kardeş şekline girdi. O câmidât-ı meyyite-i samite; birer munis memur, birer musahhar hizmetkâr vaziyetini aldı ve o ağlayıcı ve şekva edici kimsesiz yetimler, birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir sûretine girdi...
 
#20
YİRMİNCİ SÖZ
(İki Makamdır)
Birinci Makam

Bir gün şu âyetleri okurken İblis’in ilkaatına karşı Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden üç nükte ilham edildi. Vesvesenin sûreti şudur:
Dedi ki: “Dersiniz: Kur’an mu’cizedir. Hem nihayetsiz belâgattadır. Hem, umuma her vakitte hidâyettir. Halbuki, şöyle bâzı hâdisat-ı cüz’iyyeyi tarihvârî bir sûrette musırrane tekrar etmekte ne mânâ var? Bir ineği kesmek gibi bir vâkıa-i cüz’iyyeyi, o kadar mühim tavsifât ile böyle zikretmek, hattâ o sûre-i azîmeye de “El-Bakara” tesmiye etmekte ne münasebet var? Hem de “Âdem’e secde” olan hâdise, sırf bir emr-i gaybîdir. Akıl ona yol bulamaz. Kavî bir îmandan sonra teslim ve iz’an edilebilir. Halbuki Kur’an, umum ehl-i akla ders veriyor. Çok yerlerde:

der, akla havale eder. Hem taşların tesadüfî olan bâzı hâlât-ı tabiiyyesini ehemmiyetle beyân etmekte ne hidâyet var?”
İlham olunan nüktelerin sûreti şudur:
Birinci Nükte: Kur’an-ı Hakîm’de çok hâdisat-ı cüz’iyye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor. Nasılki,

Hazret-i Âdem’in melâikelere karşı kabiliyyet-i hilâfet için bir mu’cizesi olan tâlim-i esmâdır ki, bir hâdise-i cüz’iyyedir. Şöyle bir düstur-u küllînin ucudur ki: Nev-i beşere câmiiyyet-i istidad cihetiyle tâlim olunan hadsiz ulûm ve kâinatın enva’ına muhit pek çok fünun ve Hâlıkın şuunat ve evsafına şamil kesretli mâarifin tâlimidir ki; nev’-i beşere, değil yalnız melâikelere, belki Semâvat ve Arz ve dağlara karşı Emanet-i kübrâyı haml dâvasında bir rüchâniyyet vermiş ve heyet-i mecmuasıyla arzın bir halife-i ma’nevîsi olduğunu Kur’an ifham ettiği misillü; “Melâikelerin Âdem’e secdesiyle beraber, Şeytan’ın secde etmemesi” olan hâdise-i cüz’iyye-i gaybiyye, pek geniş bir düstur-u külliyye-i meşhudenin ucu olduğu gibi, pek büyük bir hakikatı ihsas ediyor. Şöyle ki: Kur’an, şahs-ı Âdem’e Melâikelerin itaat ve inkıyâdını ve Şeytan’ın tekebbür ve imtinâını zikretmesiyle; nev’-i beşere kâinatın ekser maddî enva’ları ve enva’ın ma’nevî mümessilleri ve müekkelleri musahhar olduklarını ve nev’-i beşerin hassalarının bütün istifâdelerine müheyya ve münkad olduklarını ifham etmekle beraber, o nev’in istidadatını bozan ve yanlış yollara sevkeden mevadd-ı şerîre ile onların mümessilleri ve sekene-i habiseleri, o nev’-i beşerin tarîk-i kemâlâtında ne büyük bir engel, ne müdhiş bir düşman teşkil ettiğini ihtar ederek, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyân, bir tek Âdem’le (A.S.) cüz’î hâdiseyi konuşurken bütün kâinatla ve bütün nev’-i beşerle bir mükâleme-i ulviyye ediyor.
İkinci Nükte: Mısır Kıt’ası, kumistan olan Sahra-yı Kebîr’in bir parçası olduğundan Nil-i Mübârek’in feyziyle gayet mahsuldâr bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahra komşuluğunda şöyle cennet-misâl bir mevki-i mübârekin bulunması, felâhat ve zirâatı ahalisinde pek mergub bir sûrete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraatı kudsiyye ve vasıta-i ziraat olan “Bakar”ı ve “Sevr”i mukaddes, belki Mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ o zamandaki Mısır milleti sevre, bakar’a ibâdet etmek derecesinde bir kudsiyyet vermişler. İşte o zamanda benî-İsrail dahi, o kıt’ada neş’et ediyordu ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, “İcl” mes’elesinden anlaşılıyor.
İşte Kur’an-ı Hakîm, Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm’ın Risâletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidadlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkuresini kesip öldürdüğünü, bir bakar’ın zebhi ile ifham ediyor.
İşte şu hâdise-i cüz’iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu ulvî bir i’câz ile beyân eder.
Buna kıyasen bil ki: Kur’an-ı Hakîm’de bâzı hâdisat-ı tarihiyye sûretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok sûrelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-i Mûsa’nın yedi cümlelerine misâl olarak Lemaât’ta İ’caz-ı Kur’an Risalesinde o cüz’î cümlelerin herbir cüz’ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyân etmişiz. İstersen o risaleye müracaat et.
Üçüncü Nükte:

Şu âyeti okurken, müvesvis dedi ki: “Herkese mâlûm ve âdi olan taşların şu fıtrî bâzı hâlât-ı tabiiyyesini, en mühim ve büyük mes’eleler sûretinde bahis ve beyânda ne mânâ var, ne münasebet var, ne ihtiyâç var?”
Şu vesveseye karşı feyz-i Kur’andan şöyle bir nükte ilham edildi:
Evet, münasebet var ve ihtiyâç var. Hem o derece büyük bir münasebet ve ehemmiyetli bir mânâ ve o derece muazzam ve lüzumlu bir hakikat var ki, ancak Kur’anın îcaz-ı mu’cizi ve lütf-u irşadıyla bir derece basitleştirilmiş ve ihtisar edilmiş. Evet i’câz-ı Kur’anın bir esası olan îcaz, hem hidâyet-i Kur’anın bir nuru olan lütf-u irşad ve hüsn-ü ifham, iktiza ediyorlar ki: Kur’anın muhatâbları içinde ekseriyeti teşkil eden avâma karşı küllî hakikatları ve derin ve umumî düsturları, me’luf ve cüz’î sûretler ile gösterilsin ve fikirleri basit olan umumî avâma karşı, muazzam hakikatların yalnız uçları ve basit bir sûreti gösterilsin. Hem âdet perdesi tahtında ve zeminin altında hârikulâde olan tasarrufat-ı İlâhiyye, icmâlen gösterilsin. İşte bu sırra binaendir ki, Kur’an-ı Hakîm şu âyetle diyor:
 
Üst