İnsan ve hayatin gayesİ

#1
Sponsorlu Bağlantılar


İslam kültürünün insana yaklaşımı ile taban tabana zıt olan, bireyin iç dünyasının bir önem arz etmediği mekanik toplum anlayışı Osmanlı Devletinin son dönemlerinden beri İslam toplumlarına taşınmaktadır. Bu anlayışa sahip toplumlarda bireylerin bütün hedefi menfaat üzerine kurulmuş olup yaşantının esas gayesi maddedir, güçlü olan haklıdır. Bediüzzaman bu anlayışın insanı sonsuz bir uçuruma sürükleyeceğini bildirir ve asrın idrakine sunduğu Risale-i Nur'u ile var oluşun gayesini, insan ve Allah arasındaki ilişkiyi anlatırken bize Kur’ani bir model sunar. Meseleleri irdelerken merkeze her zaman insanı koyar. Muhatap insandır. Sunduğu tefekkür pencerelerinde afaktan enfüsi âleme, enfüsi âlemden afakî âleme bir yolculuk vardır. İnsanın kâinat ile ilişkisini, mahiyetinde nelerin dercolunduğunu insana öğretir.

1. İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.
Risale-i Nur da Bediüzzaman şu dersi verir: Başıboş değilsin, bir vazifen var. Seni yaratanı düşün... Nitekim “Men arefe nefsehu fekad arafe rabbehu” (kendini bilen Rabbini bilir) sözündeki bilmek meselelere hikmet nazarıyla bakabilmektir. Kul ancak kendini, nefsini tanıdığı ve bildiği ölçüde Rabbini bilir ve tanır. Çünkü insan varlık olarak Allah’ın esma ve sıfatının tecelli yeridir. Öyleyse insan kendinde tecelli ve tezahür eden ilahi isimleri tanıyıp keşfettikçe de Rabbini tanıyacak ve bilecektir.
2. Cenab-ı Hakk'ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrâra; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır
İnsan en güzel surette yaratıldığı ve çok kapsamlı yeteneklerle donatıldığı için müspet çalışmasıyla mana âleminin semalarına çıkabilecek olduğu gibi iradesini kötüye kullandığı takdirde dalaletin vadilerinde boğulabileceği bir hayatın içindedir. Bediüzzaman Risale-i Nur da atomdan galaksilere, ateşböceğinden yıldızlara varıncaya kadar her mesele ile alakadar olan insan ruhunun derinliklerinde yatan sonsuz mutluluğa uzanabilmek arzusunun maddeye ya da cisimsel zevklere sarılmakla giderilemeyeceğini ifade eder. Böyle bir hayatın içindeki insan maddeye bağlandıkça saplanır ve adeta çıkmaza girer. Said Nursi Yirminci Mektuptaki “Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.” ifadesi ile insanın dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşabilmesinin formüllerini verir. Bediüzzamana göre insanı kuşatacak ve yaşam sevincini zirveye taşıyacak, sonsuz huzura ulaştıracak olan Allah’a yakınlığın getirdiği ulvi coşkudur. Bu da insanın sahip olacağı marifetullah seviyesi ile doğrudan alakadardır. Kuran-ı Kerim Teğabün suresinde “Onun için gücünüz yettiğince Allah’a karşı gelmekten, haramlara girmekten sakının, hakkı dinleyip, itaat edin ve kendi iyiliğinize olarak hayır yolunda mal harcayın! Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden kendini kurtarabilirse asıl felaha erenler işte onlardır.” (64:16) ayeti ile hayata nakşedilmiş olan imanın neticesine işaret etmiştir.
3. Eğer insan yalnız Allah’a abd olsa, bütün mahlûkat üstünde bir mevki kazanır.
Bediüzzaman insan mahiyetini ana hatlarıyla iki başlık altında değerlendirir. Bunlardan birisi insandaki enaniyet yönü diğeri ise acz ve fakr yönüdür ki kişinin ubudiyette terakkisi için pek büyük bir önem arz ederler. Kâinattaki hadiselerin arkasındaki anlamları çözebilmek için gerekli olan işaret ve numuneleri kapsayan benlik ve sahiplenme duygusu insanın yapısına dercedilmiştir. İnsan için bu işaret ve numuneler adeta bir ölçücük olur. İnsan Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini kâinat sayfasında okuyarak marifetulaha erişir. İnsan : “Nasıl ki ben bu evi yaptım bu kâinatı da yapan birisi var.” der kendindeki ölçücükler ile kâinatın yaratıcısını keşfeder, bilir. Benlik ve enaniyetin pencerelerinden insanın iktidarına, varlığını devam ettirebilme gücüne bakıp değerlendirdiğimizde kâinattaki hadsiz varlıklar içinde pek küçük bir kuvvete sahip olduğunu görüyoruz. Eğer insan yalnız şahsi iktidarına ve gücüne güvense kıymeti yalnız madde itibariyle olur. Fakat bu kadar aciz iken yapısındaki acz ve fakr kanatları ile ubudiyet semalarında uçabilecek, kâinatın halifesi, Allah’ın sevgili bir kulu olma makamına yükselebilecek mahiyette yaratılmıştır. İnsan bu açıdan pek büyük bir önem arz eder. Ömür gibi azim bir sermaye elinde bulunan insan burada yapacağı manevi ticaret ile ebedi hayatını inşaa eder.

4. Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i mâneviyyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerîm bir Zâtın hadsiz tecelliyatına câmi' geniş bir âyine olsun.

Bediüzzaman kâinata ve insana hikmet nazarıyla bakıp insan yapısına ehemmiyetli cihazatların dercedilmiş olduğunu anlatır. Evet, kâinata ve kendine hikmet ve dikkat ile nazar eden anlar ki: Varoluşun gayesi canlılığı korumak ve cisimsel zevkleri tatmaktan ibaret değildir. İnsan pek büyük bir vazife ile görevlendirilmiştir. İşte varoluşun esası ve insanın pek büyük vazifesi Zat-ı Zülcelali tanımak, bilmek ve O’na iman edip ibadet etmektir.

Üstad Hazretleri insan yapısına ehemmiyetli cihazatların veriliş sebebini 11. Söz’de şu şekilde özetlemiştir:
“Ey gafil nefsim! Senin hayatının gayesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının suretini, hem hayatının sırr-ı hakikatini, hem hayatının kemâl-i saadetini bir derece anlamak istersen, bak. Senin hayatının gayelerinin icmâli dokuz emirdir.

Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.

İkincisi: Senin fıtratında vaz edilen cihazatın anahtarlarıyla esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmấ ile tanımaktır.

Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san’atlarını ve lâtif cilvelerini bilerek hayatınla teşhîr ve izhar etmektir.

Dördüncüsü: Lisan-ı hâl ve kalinle Hâlıkının dergâh-ı rububiyetine ubûdiyetini ilân etmektir.

Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esmâ-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla bilerek süslenip o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına görünmektir.

Altıncısı: Zevilhayat olanların, tezahürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyâtları; ve rumûzât-ı hayatiye denilen, Sânilerine tesbihatları; ve semerat ve gayât-ı hayatiye denilen, Vâhibü’l-Hayata arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşahede etmek, tefekkürle görüp şehadetle göstermektir.

Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vahid-i kıyasî ittihaz ile, Hấlık-ı Zülcelâlin sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçülerle bilmektir. Meselâ, sen cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin ve cüz’î iradenle bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı ấlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.

Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudatın herbiri kendine mahsus bir dille Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin rububiyetine dair mânevî sözlerini fehmetmektir.

Dokuzuncusu: Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudrеt-i İlâhiye ve gınâ-yı Rabbâniyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı miktarınca taamın lezzeti ve derecatı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz аczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-yı İlâhiyenin derecatını fehmetmelisin.

İşte, senin hayatının gayeleri, icmâlen, bunlar gibi emirlerdir.

Zafer Karlı
 
Üst