Atasözleri ve Deyimlerin Hikayeleri

#1
Sponsorlu Bağlantılar
Adam ol baban gibi, eşek olma.

Vaktiyle Eğitim Bakanlığı da yapmış olan tarihçi Abdurrahman Şeref Bey, Galatasaray Lisesi’ nde müdür iken , birgün Sultan Abdülhamid’ in hizmetkarlarından bir paşanın oğluna kızar. Öğrencilerin arasında çocuğa;

“Adam ol” der, “baban gibi eşek olma!”

Çocuk bunu babasına anlatır.

Babası:

“Vay, demek ben bugüne bugün padişahımın mahiyetinde bir paşa olayım da, bana eşek desin. Bunu ona soracağım” der.

Ertesi gün okula gidip hocayı bularak;

“Beyefendi, sizin bana eşek demeye ne hakkınız var? Ben, padişahın mahiyetinde paşayım” deyince, Abdurrahman Şeref bey;

“Ne münasebet ben sizi tanımıyorum. Ne zaman eşek dedim”, diye sorar.

Paşa;

“Geçen gün okulda oğluma “adam ol, baban gibi eşek olma” diye bağırmışsınız” der.

Bunun üzerine Abdurrahman Bey;

“Doğru, çocuğunuzu payladım. Çalışmıyordu. Sizi örnek göstererek, “adam ol baban gibi! eşek olma! diye söyledim“ der.

Bu cevap üzerine paşa, hem özür diler, hem de teşekkür eder ve oradan ayrılır.
 
#2
Kel başa şimşir tarak

Şimşir sözcüğü, kılıç anlamına gelir. Deyimde kullanılan şimşir sözünün aslı çok sert ve dayanıklı olduğundan, tarak, cetvel v.b. yapımında kullanılan 'şimşir' ağacından gelmektedir.

Eskiden zengin bir aile, kızlarını gelin ediyorlarmış. Oğlan evine, adet olduğu üzere, bohça bohça hediyeler gitmiş. Kayınvalide, iki görümce ve eltilere, yaş ve aile içindeki durumlarına göre; altın, gümüş kaplamalı, fil dişi ve şimşir taraklar, diğer armağanlarla birlikte verilmiş.
Küçük elti ağır ve ateşli bir hastalık geçirdiğinden saçları dökülmüş. Aile içindekilerden başka kimsenin, kadıncağızın kelliğinden haberi yokmuş.

Kendisine verile verile şimşir tarak verilmesi, küçük eltinin çok canını sıkmış. Kelliğini unutup, armağanları getiren kadına sızlanmış:
"Herkese altın, gümüş tarak, bana da şimşir öyle mi? Yemi gelin, daha bu eve adımını atmadan benimle uğraşmaya başladı..." Oğlan anası gelininin bu hareketinden utanmış ve üzüntü duymuş. O kızgınlıkla çıkışmış: "Senin ki gibi kel başa, şimşir tarak çok bile" deyivermiş.

Bu atasözü, yoksul, ya da durumu kötü bir kişinin, vaziyetine uymayan, pahalı, gereksiz şeyler almaya kalkması gibi durumlarda kullanılır.
 
#3
İlk göz ağrısı

Eskiden savaşlar şimdikinden çok olduğu için, Anadolu' nun hemen her köyünden, hemen her hanesinden şu yada bu cephede savaşan bir asker olurmuş.

Bu askerlerin geride kalan anaları, kardeşleri, hanımları, nişanlıları, yavukluları olurmuş elbette.
Bu biçareler, vatanını, milletini, dinini muhafaza için cephe cephe koşan yiğitleriyle elbet gurur duyarlarmış ama ağlamadan, göz yaşı dökmeden de gün geçirmezlermiş.

Bazen aşikar, bazen gizli gizli ağlayan genç kız ve gelinlerimizin göz pınarları kuruyup gözleri çapaklanmaya ve ağrımaya başlarmış.

Birbirleriyle konuşurken, o zamanın terbiyesi icabı:
"Senin yavuklun, senin kocan" diyemezler, utanırlarmış.

"Benim göz ağrımdan hiç mektup gelmiyor, seninkinden haber var mı?" diye sorarlarmış.

Bu deyim, sevdiklerimiz içinde en birincisi anlamında kullanılır
 
#4
Zurnada peşrev olmaz

Davul ile zurnayı musikiden saymayan ve küçük gören bir sonradan görme İstanbul' lu, Edirne' de bir düğüne davet edilmiş. Yemekten sonra açık havada yapılan oyun ve eğlenceler sırasında bu hatırlı davetliye, zurnazen başı yaklaşarak sormuş:

-Çalmamızı arzu ettiğiniz herhangi bir parça var mı?
Ukala adam, dudak bükmüş:

-Ayol, kala kala zurnaya mı kaldık. Bunun peşrevi olmaz. Ne nota bilirsiniz ki siz, ne de beste. Sizin çaldıklarınızı ben dinleyemem. İyisi mi, kendiniz çalın oynayın.

Zurnazen, bu hakaretleri pek içerlemiş. "Görürsün sen efendi" diyerek, en kabiliyetli yamaklarını etrafına toplayıp başlamış çalmaya.
O çalar, etrafındakiler söylermiş. Ne Itri' si kalmış çalmadık, ne Dede Efendi' si. Sonradan görme bey, ağzı bir karış açık onları uzun uzun dinlemiş. Adamlar, bir besteden bir besteye, bir makamdan bir makama geçtikçe, o da renkten renge geçmiş.

Bu deyim, hikayedeki anlamının dışında, "insanın kaderini zorlamamasını, ne çıkarsa bahtına razı olması gerektiğini anlatmak için kullanılır.
 
#5
buyrun cenaze namazına

IV. Murad zamanında tütün,içki ,keyif verici madde yasağı koyar.ve yasağa uymayanları şiddetle cezalandırır.
bugünkü üsküdar civarında bir kahvehanede tütün vs. içildiğini istihbarat alır.
derviş kılığında tebdili kıyafet buraya gider.
selam verir.oturur.kahveci yanına gelip,
-baba erenler kahve içermi? diye sorar.
-padişah. evet.
-kahveci:tütün içermisin.der.
-padişah:hayır.der.

kahveci işkillenir.tütün içimiyorda ne işi var burda.zaten padişahın tebdili kıyafet dolaştığı haberleri var.eli titreye titreye kahveyi götürür.

-kahveci:baba erenler ismini bağışlarmı?
-padiaşha:Murad.
-kahveci:peki isimde sultanda varmı?
-padişah:elbette var.

deyince kahvecinin bet beniz atar.zangır zangır titrer.ve.

-kahveci:öyleyse buyrun cenaze namazına der.olduğu yere yığılır.
IV. Murad bu lafa çok güler ve kahveciyi bir degalığına affeder.
 
#6
Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak

Dimyat Mısır'da, Süveyş Kanalı ağzında ve Portsait yakınlarında bir iskeledir. Eskiden Mısır'ın meşhur pirinçleri, ince hasırdan örülmüş torbalar içinde buradan Türkiye gelirdi.

Dimyat'a pirinç almak için giden bir Türk tüccarının bindiği gemi Akdenizde Arap Korsanları tarafından soyulmuş ve adamcağızın kemerindeki bütün altınlarını almışlar.

Binbir müşkilat içinde Türkiye'ye dönen pirinç tüccarı o yıl iflas etmek durumuna düşmüş. İstanbul'dan kalkmış, memleketi olan Karaman'a gitmiş. O sene tarlasından kalkan buğdayları da bulgur tüccarlarına sattığından, kendi ev halkı kışın bulgursuz kalmışlar. "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" sözünün aslı buradan kalmıştır
 
#7
Atı alan üsküdarı geçti.

Zamanında Bolu beyine baş kaldıran Köroğlu'nun dillerde yağız mı yağız atı çalınır.bütün civarı arar tarar yok.bir kimse birde İstanbul'daki pazarları dolaş der.İstanbulda pazarları dolaşırken atına rastlar.
pazar sahibine şu ata bir bineyim hele der.pazarcıda buyur der .
eski sahibinin kokusunu alan at şahlanıp,dört nala ordan uzaklaşır.
dövünen pazarcıya ihtiyarın biri gelip ,
ah evlat! atı alan Üsküdarı geçti.o Köroğluydu ,atın gerçek sahibi...
 
#8
Bu boru değil?

Eskiden askeri okullarda nerdeyse bütün işler borunun verdiği sese göre yapılır.Öğrenciler bu boru sesine göre hareket ederlermiş.
Kalk borusu,yat borusu ,karavana,paydos,derse gir,dersten çık ,istirahat v.s, bir çok boru sesi.

Hikayenin geçtiği askeri lisede o gün ,sınıf kıdemlisi öğrenci, sınıfa dalar.
-Çocuklar size havadisim var! Duydunuzmu? diyerek bağırır.
Diğer öğrenciler de –Duymadık !.Ne ise borusu çalar biz de duyarız .demişler.

Kıdemli öğerenci de
-Çocuklar! bu boru değil .Yarın yeni padişah tahta çıkıyor.Şenlikler var. Sınıf komutanın özel emri var. Bütün dersler paydos demiş.

Diğer öğrencilerde çok sevinirler bu işe.

O günden sonra o okul ve diğer okullarda öğrenciler aralarında konuşmaya başlamadan önce,
-Dinle ! Bu boru değil .Anlatacaklarım çok önemli ... diyerek lafa başlarlarmış
 
#9
Yanlış hesap, Bağdattan döner.

İstanbul kapalı çarşıya kervanlar gelir.Tüccarların siparişleri kumaş,kürk,baharat neyse dağıtılır.Daha sonra tüccarlardan paraları tahsil edilirmiş.
Yine bir alış veriş sonrasında, tüccarın biri hesap yaparken dört işlem hilleri ile kervancıyı 400-500 altın içerde bırakır.
Hesaptaki yanlışlığı anlayamayan kervancı Bağdat –Hicaz ve Mısıra seferine çıkar.

Tüccarda, şimdi bu Mısırdan altı-yedi ayda zor döner.bende bu parayı işletirim. diye düşünür.

Kervancı yol uzun ,zaman bol bütün hesapları tekrar tekrar inceler.
Tüccarın yaptığı hileyi anlar.Kervan Bağdat’a girmek üzereyken,kervanı oğlu vv güvendiği bir kişiye emnet eder,
-Siz beni Bağdatta bekleyin. der.
İyi bir Arap atı alıp dört nala İstanbula dönmeye başlar.

Yolda, bu adam bu parayı hemen öyle vermez diye düşünüp bir plan kurar.İstanbuldaki dostlarında plan için yardım ister.

Ertesi gün tüccarın dükkanına iki kadın gelir.
Tüccara ,
-Sorup soruşturduk bu civarda en dürüst ,en güvenilir kişi sizmişsiniz.Biz Hicaza gideceğiz.Size bu iki çantayı emanet etmek istiyoruz.derler.

Çantaları açıp tüccara gösterirler.Çantaların için inci.altın,pırlanta envayi çeşit müccevher.

-Olurda gelemezsek bunlar size helali hoş olsun.bize bir dua okutur,belki bir hayrat yaptırırsın.derler.

Bunları duyan tüccar sevinçten uçar.Kadınları hürmet ,ziyafet.
Bu sırada kervancı içeri girer,
Bunu gören tüccar ,daha kervancı lafa başlamadan ,
-Yahu hoşgeldin.bizim hesapta bir yanlışlık olmuş .paralarını ayırdım.Çocuklarada tenbihledim,eğer ölürsem kervancının parasının mutlaka verin.Ben kul hakkı yemem kardeşim. der.

Parayı hemen verir.
Bu sırada kadınlar, –Biz bu sene gitmekten vazgeçtik .Kısmetse seneye !.deyip dükkan
çıkarlar.

Oyuna geldiğini anlayan tüccar ,kervancıının peşinden koşup ,
-hani sen Mısır'a gidecektin .yaktın beni! diye bağırır.
Atına binen kervancı,
-yanlış hesap adamı Bağdattan döndürür der ve yoluna gider.
 
#10
Çıkar ağzındaki baklayı

“Zamanında çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Sonunda kendine yakıştırılan küfürbazlık ününe dayanamaz duruma gelmiş. Soluğu bir bilgenin yanında almış, ondan akıl danışmış.

‘Her kızdığım konu karşısında küfretmek huyumdan kurtulmak istiyorum’ demiş. Adamın içtenliğini görünce bilge ona yardımcı olmaya karar vermiş. Bakkaldan bir avuç bakla tanesi getirtmiş ve bunları ‘küfürbazlık’tan kurtulmak isteyen adamın avucunun içine koydu.

‘Şimdi bu bakla tanelerini al, birini dilinin altına, ötekilerini cebine koy’ demiş. ‘Konuşmak istediğin zaman bakla diline takılacak, sen de küfürden kurtulma isteğini anımsayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir bakla çıkakrırsın, dilinin altına onu yerleştirirsin.’

“Adamcağız bilgenin dediğini yapmış. Bu ara da bilgenin yanından da ayrılmamaya çalışıyormuş. Yağmurlu bir günde birlikte bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılmış ve genç bir kız başını uzatmış, seslenmiş:

‘Bilge efendi, biraz durur musun?’ demiş ve pencereyi kapatmış. Bilge söyleneni yapmış ama sicim gibi yağan yağmur altında iliklerine değin ıslanmış. Sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçmiş içinden fakat tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünmüş ve aynı isteğini yinelemiş:

‘Bilge efendi, lütfen birkaç dakika daha bekler misiniz...’

“Bilge içinden öfkelenmiş ama kızın isteğini de yerine getirmiş. Fakat yanındaki ‘eski’ küfürbaz adam, kendini zor tutuyormuş. Bu arada yağmurun şiddeti gittikçe artıyor, bilge de, adam da, vıcık vıcık ıslanıyorlarmış.

Bir süre sonra pencere açılmış ve kız yine seslenmiş

‘Gidebilirsiniz artık!..’ demiş.

Bilge bu durumu çok merak etmiş ve sormuş:

‘İyi de evladım bir şey yoksa bu yağmurun altında bizi niçin beklettin?’

“Penceredeki kız, bu soruyu pek umursamamış:

‘Efendim, sizi elbette bir nedeni olmadan bekletmiş değilim’ demiş ve bekletme nedenini şöyle açıklamış:

‘Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk. Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi sokaktan geçerken görünce hemen yumurtaları kuluçkaya koydu ve yumurtaları tavuğun altına yerleştirene değin sizin pencerenin önünden ayrılmamanızı istedi.’

“Saygısızlığın böylesi karşısında bilgenin de tepesinin tası atmış. Yanındaki ‘eski’ küfürbaza dönmüş ve şöyle demiş:

‘Hak ettiler bu ana kız’ demiş. ‘Çıkar ağzından baklayı!..’"
 
#11
ATEŞ PAHASI

Ateş Pahası Kanuni Sultan Süleyman, adamlarıyla birlikte avlanmaya çıkmıştı. Bir ceylanın peşinden koşarlarken zamanın nasıl geçtiğinin ayırdına varamadılar. “Biz nerelere geldik böyle?” diyerek çevrelerine bakındıklarında hava kararmaya yüz tutmuştu. Gök kararmakla kalmamış, şiddetli bir rüzgar ve ardından da savruntulu bir yağmur bastırmıştı. Hünkar ve adamları, bu dağ başında bulabildikleri bir kulübeye kendilerini zor attılar. Sığındıkları kulübede, geçimini odunculuk yaparak sağlayan yoksul bir köylü yaşıyordu. Adamcağız bu Tanrı konuklarını içeri aldı, onlara elinden geldiğince yardımcı olmaya başladı. Padişah kendini özellikle tanıtmak istememişti; ama yoksul oduncu onun kim olduğunu anlamakta gecikmedi. O nedenle ocağa büyük büyük odunlar atıp kulübeyi iyice ısıttı.Bir de sıcacık çorba ikram etti. Dışarıda hem ıslanıp hem üşüyen padişah ve adamları bu durumdan pek memnun kalmışlardı. Geceyi orada rahatça geçirdiler. Hatta padişah bir ara çevresindekilere, “Doğrusu şu ateş bin altın eder” diye de söylendi. Ertesi gün yola çıkmadan önce padişah oduncuya önce memnuniyetini bildirdi: “Efendi! Bizi ihya ettin. Harlı ateşin sayesinde geceyi pek rahat geçirdik” dedi ve sordu: “Söyle bakalım borcumuz ne kadar?” Oduncu, kırk yılda bir eline geçen bu olanağı değerlendi ve parayı biraz yüksek söyledi: “Bin bir altın yeter, beyzadem” dedi. "Çok fazla istemedin mi?"diye soran padişaha. "Yemek ve yatak bedeli bir altın,ateşin bin altın ettiğini de zaten siz söylediniz."dedi. Padişah adamın kıvrak zekası karşısında gülümsedi ve bin altını ödedi. ATEŞ PAHASI sözü buradan gelir.
 
#12
Saman Altından Su Yürütmek

Vaktiyle köyün birinde ahalinin tarlaları ve meyve sebze bahçelerini suladığı bir su kaynağı varmış. Bu kaynak köyün ortak malıymış. Civarda başkaca su kaynağı olmadığından bütün köylü arazisini bu kaynaktan nöbetleşe sıra ile sularmış.

Kimin ne vakit, ne kadar su kullanacağı belliymiş ve herkes kendi sırasını takip eder, komşularının hakkına da saygı gösterirmiş.

Ancak her köyde olduğu gibi bu köyde de açıkgöz bir adam varmış. Sebze bahçesi su kaynağının hemen yakınında bulunan bu adam,herkes gibi sırası geldiğinde gider, kaynaktan suyunu alırmış ama bununla yetinmeyip kaynak ile bahçesi arasına gizli bir su yolu kazmış.Kimseler farketmesin diye de su yolunun üzerini taşla tahtayla kapatıp üstüne de saman balyaları yığmış. Su , diğer vakitlerde bu saman altından aka aka açıkgözün tarlasına kadar gidermiş.

Yaz ortasında herkesin tarlası susuzluktan yanıp kavrulurken, onun ki fidanların boy üstüne boy attıkları, yemyeşil bir halde olurmuş.Üstelik bostanın ortasındaki sulama havuzu da, her zaman silme doluymuş.

Köylüler "Bu işin içinde bir iş var" diyerek araştırmışlar ve kısa bir süre sonra da bu uyanığın saman altından su yürüttüğünü farketmişler.

Bu deyim "gizlice iş görmek,kimselere farkettirmeden işler çevirmek"anlamında kullanılır....
 
#13
TIKANDI BABA
vermeyince mabud neylesin sultan mahmut)


Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış.Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.
-Tıkandı baba, çay getir
-Tıkandı baba, oralet getir.
Bu durum Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.
-Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?
-Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı baba
-Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.
Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
-Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. "Benimki de onlarınki kadar aksın" diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden "Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın" dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben
yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve "Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık, dedi. O gün bu gün adım "Tıkandı baba" ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz."
Tıkandı baba'nın anlattıkları Sultan Mahmut'un dikkatini çekmiş.Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına ;
-Hergün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz.
Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.
Sultan Mahmut'un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba'ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis. "Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim" diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken "Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim" demiş ve işlek bir yol kenarına geçip
başlamış bağırmaya
-Taze baklava, güzel baklava !
Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı
anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ! ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi
-Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş.
Tıkandı baba da
-Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve! Yahudi de her akşam Tıkandı baba'dan baklavaları satın almış.
Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut;
-Bizim Tıkandı baba'ya bir bakalım, deyip Tıkandı baba'nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın.
Sultan;
-Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi? mi, demiş
-Geldi sultanım
-Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
-Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.
-Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.
-Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.
-Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek.
Sultan demiş;
-Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış
-Alın bu adamı Üsküdar'ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları "peki" deyip adamı alıp Üsküdar'a götürmüşler.
-Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba,
-Niçin, demiş. Askerler
-Hele sen bir beğen bakalım demişler.Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline
-Ne olacak şimdi, demiş
-Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı.demiş. adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;
"VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT"
 
#14
Toprağı Bol Olmak

İlk çağ inançlarına göre, insanlar öldükleri vakit bittakım eşyaları ile birlikte gömülürlerdi. Tanrılarına sunmak ve öte dünyda kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu. Türk Beyleri de İslamiyetten önceki zamanlarda korugan dedikleri mezarlarına altın, gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürler, sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi. Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu'da, pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hala bulunmaktadır.

Altın ve hazine her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış, nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevk etmiştir. Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağmalayanmaya başlanınca ölenin ruhununmuazzep edildiği düşüncesiyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş. O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek halini almış. Öyle ya, mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa, düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması, o kadar engellenmiş olurdu. Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek, en azından kulanmaya eşyası ve tanrılara sunmaya hediyesi bulunacaktır. Bugün dilimizde yaşayan "toprağı bol olmak" deyimi, aslında ölen kişi hakkında iyi dilek ifade eder. Türklerin İslam dairesine girdikten sonra yavaş yavaş terk ettikleri höyük geleneği, "toprağı bol olmak" deyiminin de gayrimüslimler hakkında kullanılmasına yol açmıştır
 
#15
A L T I K A V A L Ü S T Ü Ş E Ş Â N E

Parçalan birbirine benzemeyen ve uygun olmayan, dolayısıyla bir işe yaramayan aparatlar hakkında veya giyim kuşam konusunda birbirine uymayan ve yakışmayan kıyafetler İçin altı kaval üstü şeşhâne deyimini kullanırız. Buradaki şeş-hâne kelimesinin İstanbul'da bir semt adı olan Şişhane ile herhangi bir alâkası yoktur ve Şişhane söylenişi yanlıştır. Çünki şeş-hâne diye namlusunda altı adet yiv bulunan tüfek ve toplara denir. Yivler mermiye bir ivme kazandırdığı için ateşli silahların gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Evvelce kaval gibi içi düz bir boru biçiminde imal edilen namlular, yiv ve set tertibatının icadıyla birlikte fazla kullanılmaz olmuş ve gerek topçuluk gerekse tüfek, tabanca vs. ateşli silahlarda yivli namlular tercih edilmiştir. Merminin kendi ekseni etrafında dönmesini ve dolayısıyla daha uzağa gitmesini sağlayan yivler bir namluda genellikle altı adet olup münhani (spiral) şeklinde namlu içini dolanırlar. Altı adet yiv demek, namlunun da altı bölüme (şeş hâne = altı dilim) ayrılması demektir ki halk dilinde şeşâne (şişane değil) şeklinde kullanılır.

Bu izahtan sonra üstü kaval, altı şeşhâne biçiminde bir silah olmayacağını söylemeyi zaid addediyoruz. Çünki kaval topların attığı gülle ile şeşhânelerden atılan mermi farklıdır. Keza kaval tüfekler ile fişek atılırken şişhane namlulu tabancalardan kurşun atılır. Bu durumda bîr silah namlusunun yarısına kadar kaval, sonra şişhane olması da mümkün değildir. Ancak yine de vaktiyle bir avcının, yivlerin icadından sonra çifte (çift namlulu) tüfeğinin kaval tipi namlularının üst kısımlarını teknolojiye uydurmak için şeşhâne yivli namlu ile takviye ettiğine dair bir hikâye anlatılır. Hattâ bu uydurma tüfek öyle acayip ve gülünç bir görünüm almış ki diğer avcılar uzunca müddet kendisiyle alay etmişler ve "Altı kaval üstü şeşhâne / Bu ne biçim tüfek böyle" diyerek kafiyelendirmişler. O günden sonra halk arasında bu hadiseye telmihen birbirine zıt durumlar için altı kaval üstü şeşhâne demek yaygınlaşmış ve giderek deyimleşerek dilimize yerleşmiştir.
 
#16
Yolunacak Kaz
Osmanlı hükümdarları içinde tebdil-i kıyafet eyleyip halkın arasına çıkanlar II.Isman, IV. Murat, III.Osman, III.Selim ve II.Mahmut ile sınırlıdır.Bunalrdan sonuncusu, bir yaz gününde yanına iki mabeyincisini alarak yollara dökülür. Sirkeci'ye gelip bir sandala binerekBeylerbeyi'ne geçeceklerdir. Şanslarına, ihtiyar bir kayıkçı düşer. Amma ne kayıkçı! Yılların tecrübesi ile artık neredeyse İstanbul Boğazı'nda görünen yolcuları hallerine, tavırlarına ve kılık kıyafetlerine bakarak köylerini söyleyecek kadar tanımaktadır. Bittabi bu seferki yolcularının da kimliklerini hemen anlar. Ancak asla ses çıkarmaz ve işini yapar.
Beşiktaş önlerine gelindiğinde padişah kayıkçıya,
-Baba,der.32 ile nasılsın?
İhtiyar hiç tereddüt etmeden cevaplar:
-32'i 30'a vuruyorum, 15 çıkıyor.
Biraz sükuttan sonra padişah, yeniden kayıkçıya laf atar:
-İşitliyor ki son zamanlarda şehirde hırsızlar ziyadeleşmiş; senin evine de giren oldu mu?
-Bunan iki ay evvel biri girdi.Son günlerde birisi daha dadandı ya! Bakalım ne olacak?
Padişah sükut eder.Kayıkçı işine devamdadır. Ancak mabeyinciler konuşulanlardan bir mana çıkarmak için kıvranıp durmaktadır. Bu durum, padişahın gözünden kaçmaz ve kayık, Beylerbeyi iskelesine yanaşmak üzereyken kayıkçıya sorar:
-Babalık, sana iki besili kaz göndersem, yolabilir misin?
-Hay hay efendi, ruhları duymaz, cascavlak ederim.

Padişah sandala bir kese akçe atar ve karaya çıkarlar. Gel gelelim mabeyinciler meraktadır. Nihayet ertesi gün, hünkar ile kayıkçı arasında geçen konuşmayı anlamak üzere doğruca Sirkeci sahiline. Öyle ya bir vesile ile padişah hazretleri bu konuyu açar da sözlerin manasını kendilerine soruverirse!
İhtiyarı, kayıkçılar kahvesinde bulurlar. Bir kenara çağırıp hususi görüşmek istediklerini söylerler. Dışarı çıkıp kayıkla biraz uzaklaşırlar. Adamlar hemen sadede gelerek:
-Baba dün Beylerbeyi'ne üç yolcu götürdün.
-Beli.
-Onlardan ikisi biz idik; seninle konuşan da hünkarımız hazretleriydi.
-Bir hatamız mı oldu ağalar?
-Hayır da biz konuştuklarınızı merak etmekteyiz.
-Canım mahrem şeyleri mi söyleteceksiniz bana?
-Haşa! Ancak...
İhtiyar nazlanırken ağalardan biri bir kese altın çıkarıp avucuna sıkıştırır. O zaman ihtiyar, kayığı yönünü Sirkeci'ye doğru çevirip anlatmaya başlar:
-Sultanımız buyurdular ki 32 ile nicesin? Yani geçimin nasıldır,demek istedi. Ben de ağzımda 32 dişim var; onu bir aya göre ayarlıyorum. Ay otuz, ben ise 15 gün ancak iş bulabiliyorum, dedim.
-Eeee?
İhtiyar yine nazlanır. Bu sefer diğer mabeyinci keseye kıyar. İhtiyar devam eder:
-Sultanımız son aylarda hırsızlar çoğaldı, sana da gelen oldu mu dedi. Yani "kaşık hırsızlarını" kastederek 'Son günlerde evlenmeler arttı. Senin çocuklarından da evlenen oldu mu' demek istedi. Ben de "Evet evime bir hırsız girdi, yani oğlumun biri evlendi; diğeri için de hazırlıklar var, bakalım, Allah Kerim dedim. Hünkarın hırsızdan kastı, kaşık hırsızı, yani gelin idi.
Mabeyinciler "Meğer ne kadar basitmiş!"manasında birbirlerine bakarken kayıkçı sandalı iskeleye yanaştırır.
- Ya üçüncü sual ne idi?
İhtiyar yavaşça sandaldan çıkıp misafirlerini etekleyerek şu cevabı verir:
-Aman efendim kerem buyurunuz. Padişah efendimiz buyurdular ki iki besili kaz... Allah ömrünüzü arttırsın, işte sizleri gönderdi.

O günden sonra bu hadise, halk arasında şüyu bulur ve kolay para kaptıranlar için "yolunacak kaz" deyimi dilimize yerleşir
 
Üst